DİYANET ANSİKLOPEDİSİ MUHAMMED MADDESİ
MUHAMMED
(ö. 11/632) Son peygamber.
I. Hayatı
II. Şahsiyeti
III. Dindeki Yeri
IV. İslâm Kültüründe Hz. Muhammed
V. Literatür
VI. Hz. Peygamber Devri Kronolojisi
I. Hayatı
Hz. Muhammed, Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’e nisbetle Jsmâilîler diye de anılan ve iki büyük Arap topluluğundan birini teşkil eden Adnânîler’e [37] mensuptur.[38] Soy kütüğünün yirmi birinci göbekten atası olan Adnan’a kadar uzanan kısmı güvenilir bulunarak zikredilmiş, ondan sonrası Hz. Peygamber’in de işaretiyle yaygınlık kazanmamıştır.[39] Bizzat kendisi tarafından kabul edilip bütün İslâm kaynaklanınca zikredilen soy kütüğü şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnan.
A) Nübüvvet Öncesi.
Hz. Muhammed, farklı rivayetler arasında genel kabul gören kanaate göre Fil Vak’ası’ndan elli veya elli beş gün sonra Rebîülevvel ayının 12′-sinde Pazartesi günü [40] Adnânîler’in ana yurdu kabul edilen Mekke’de dünyaya geldi. Astronomi âlimi Mahmûd Paşa el-Felekî, Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in vefatı esnasında vuku bulan güneş tutulmasından Safâ-Merve arasında sa’vvapılan yerin karşısında, Hz. Mu-hammed’ln doğduğu evin yerine yapılan ve bugün kütüphane olarak kullanılan bina
hareketle bu tarihi Fil Vak’ası’nın meydana geldiği yılın 9 Rebîülevvel’i [41] olarak tesbit etmiş [42] Muhammed Hamîdullah ise Câhiliye dönemi Araplarında carî oian nesf uygulamasını göz önüne alarak yaptığı hesaplamada doğum tarihini hicretten önce 53. yılın 12 Rebîülevvel’i [43] şeklinde belirlemiştir.[44] Hz. Muhammed’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen bir gençti. Dedesi Abdülrnuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bir kısım eşrafı tarafından rencide edilince on oğlu olduğu takdirde birini kurban etmeyi adamış, daha sonra çocukları arasında çektiği kura o esnada en küçük oğlu Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermişti. Buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı çıkmış, Abdülmuttalib de oğlunun yerine 100 deve kurban etmişti. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem bu olayı hem de büyük ceddi Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kastederek. “Ben iki kurbanlığın çocuğuyum” demiştir.[45] Abdullah on sekiz yaşlarında iken Âmine ile evlenmiştir. Yaygın olan rivayete göre ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada hastalanarak vefat etmiştir.
Annesi Âmine, Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızıdır. İslâm kaynaklarında, Hz. Muhammed’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı fevkalâde olayların meydana geldiğine dair rivayetler yer almaktadır. Kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğunu ifade ettiği bir konuşmasında annesinin bir rüya gördüğünden bahsetmekte ve bundan önemli bir kişiye hamile olduğu sonucunu çıkardığını, doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesinin telkin edildiğini belirtmektedir.[46] Doğum esnasında diğer annelerin çektiği sancıları çekmeyen Âmine, kayınpederi Abdülmuttalib’e haber göndererek bir torunu olduğunu müjdelemiştir. Abdülmuttalib torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette ona Muham-med adını vermiştir. Bazı rivayetlerde bu ziyafet sırasında Muhammed’in dedesi tarafından sünnet ettirildiği nakledilirse de kendisinin sünnetli olarak doğduğu rivayeti daha meşhurdur.[47]
Âmine’nin çocuğunu fazla emziremediği anlaşılmaktadır. Hz. Muhammed’i bir süre Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe emzirdi; daha sonra, Mekkeli ailelerin çocuklarını çölün sağlıklı havasında büyüyüp fasih Arapça öğrenmeleri için bedevî kabilelerinden bir sütanneye teslim etmeleri geleneğine uyularak Hevâzin kabilesinin Sa’d b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebû Züeyb’e verildi. Hz. Muham-med çocukluğunun ilk iki yılını sütanne-siyle ve sütbabası Haris, sütkardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeymâ ile geçirdi. Halî-me iki yıl sonunda çocuğu ailesine teslim etmek üzere Mekke’ye götürdü. Ancak Âmine çöl havasının oğluna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sırada Mekke’de veba salgını bulunduğu için [48] onun bir müddet daha Halîme’nin yanında kalmasını uygun buldu. Hz. Muhammed dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldı. Kaynaklar, Halîme ve ailesinin Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra bolluğa kavuştuktan başka olağan üstü nitelikte bazı olaylarla karşılaştıklarını kaydeder.[49]
Altı yaşına gelen Muhammed’i cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alan Âmine. Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ve Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek amacıyla Yesrib’e gitti. Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra dönüşte Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalanıp vefat etti. Ümmü Eymen, Muhammed’i Mekke’ye götürüp dedesi Abdülmuttalib’e teslim etti.
Abdülmuttalib, Muhammed’e gereken ihtimamı gösterdi. Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına aldı, ona baba şefkatini ve sevgisini hissettirdi. Abdülmuttalib ölümünden önce, sekiz yaşında olan Muhammed’in bakımını Abdullah ile anne-baba bir kardeş olan Ebû Tâlib’e vasiyet etti. Ebû Tâlib. Muhammed’i çocuklarından daha fazla sevdi, onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarf etti. Hz. Peygamber’in ikinci annem dediği hanımı Fâtıma bint Esed de ona kendi çocuklarından daha çok ihtimam gösterdi. Ebû Tâlib nübüvvetten sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve kendisini korumak için elinden geleni yaptı. Hz. Muhammed, dokuz (veya on iki) yaşında İken ticaret amacıyla Suriye’ye giden amcasına katıldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Hz. Muhammed’in burada rahip Bahîrâ ile görüşüp görüşmediği ve bu esnada aralarında nelerin konuşulduğu hususu tartışmalı bir konudur.[50]
Hz. Muhammed’in. kalabalık bir aileye sahip olan Ebû Tâlib’e yardım için on yaşlarında iken onun veya başkalarının koyunlarını güttüğü bilinmektedir. Nübüvvetten sonra kendisine sorulan bir soru üzerine her peygamberin koyun güttüğünü ifade etmiştir.[51] Hz. Muhammed’in Ficâr savaşlarının ilk grubunun dördüncüsüne amcalarıyla birlikte katıldığı, fakat fiilen savaşmadığı bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Onun bu dönemdeki yaşının ön dört, on beş, on yedi veya yirmi olduğu zikredilmektedir.[52] Bu savaşın hemen ardından da Hilfü’l-fudûl toplantısına iştirak etti. Bu hareket içinde yer alanlar haksızlığa uğrayanları koruyacaklarına dair yemin etmişlerdi. Hz. Peygamber nübüvvetten sonra bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş, böyle bir fazilet antlaşmasına tekrar çağrıldığı takdirde tereddüt göstermeden katılabileceğini söylemiştir.[53]
Mekke’deki Kureyş kabilesi mensuplarının ticaretle uğraştığı bilinmektedir. Kumaş ve tahıl ticareti yapan Ebû Tâlib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan Hz. Muhammed amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti ve Mekkeli bir zatla ticarî ortaklık kurdu.[54] Bu dönemde çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat etti. Ergenlik çağında Hubâşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Debâ panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği bilinmektedir. Böylece bir taraftan ticareti öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dinî, siyasî ve içtimaî durumlarını öğrenme imkânını elde ediyordu.[55] Kaynakların ittifakla belirttiğine göre Câhiliye devrinin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmadan temiz bir hayat yaşayan Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanı sıra ticaret hayatında güvenilirliği sebebiyle”Muhammedü’l-emîn” (el-emîn) unvanıyla temayüz etti.[56]
Hz. Muhammed yirmi yaşını geçtiği sırada ticarî seyahatlere çıkma teklifleri alıyordu. Hastalandığı için bizzat gidemeyen bir tüccarın mallarını götürüp başarılı bir sonuç elde edince yeni teklifler aldı. Onun Hatice bint Huveylid ile evlenmesi de bu ticarî gelişmelerden sonra gerçekleşti. Nesebi önceki kuşaklarda Hz. Muhammed’in nesebiyle birleşen, iki kocadan dul kalmış olup zengin ve soylu bir hanım olan Hatice tavsiye üzerine Hz. Muhammed’e ortaklık teklifinde bulundu.[57] Yapılan anlaşmadan sonra Hz. Muhammed, Hatice’nin yardımcısı Meysere ile birlikte Suriye’ye gitti ve kârlı bir yolculuğun ardından Mekke’ye döndü. Neticeden memnun kalan Hatice’nin Hz. Muhammed’e güveni arttı ve ona karşı olan takdir hisleri güçlendi. Hatice bizzat kendisi [58] veya Nefise bint Ümeyye (Münye) adlı bir kadın aracılığıyla Hz. Muhammed’e evlilik teklifinde bulundu, Hz. Muhammed de bu teklifi kabul etti. Amcaları Hatice’yi onun amcası Amr b. Esed’den istediler; evlilik gerçekleşince Hz. Muhammed Ebû Tâlib’in evinden Hatice’nin evine taşındı. Bu evlilik sırasında kendisinin yirmi beş, Hatice’nin kırk yaşında olduğu söylenmekle birlikte Hatice’nin daha küçük yaşlarda bulunduğu da rivayet edilmektedir. İbn Abbas’tan nakledilen, Hatice’nin yirmi sekiz yaşında olduğu yolundaki rivayet, bu evlilikten yedi (veya altı) çocuğun dünyaya gelmiş olması göz önüne alındığında daha isabetli görünmektedir.[59]
Hz. Muhammed’in evliliğinden kırk yaşına kadar geçen hayatı hakkında kaynaklarda hemen hiç bilgi bulunmamaktadır. Bunun tek istisnası otuz beş yaşlarında iken üstlendiği önemli görevdir. Milâdî 605 yılında Kabe Kureyşliler tarafından yeniden inşa edilirken Hacerüles-ved’İn yerine konulması hususunda anlaşmazlık çıkmış ve bu yüzden savaşı bile göze alanlar olmuştu. Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Ümeyye b. Muglre’nin. Benî Şeybe kapısından Kabe’ye ilk girecek kimsenin vereceği karara uyulması yolundaki teklifi benimsendi. Benî Şeybe kapısından Kabe’ye giren Hz. Muhammed, Ha-cerülesved’i bir örtü içine koydu, bütün kabile reislerinin iştirakiyle örtüyü kaldırdı ve taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi.
B) Nübüvvetten Sonra.
Mekke Dönemi. Kabe’nin tamirinden sonra Hz. Muhammed’in Allah’a nasıl ibadet edileceğini araştırmaya daha fazla yöneldiği farkedilmekteydi. Mekkeliler’in ve diğer Arap kabilelerinin putlarına hiç ilgi göstermeyen Hz. Muhammed aklı ve hisleriyle putlara tapmanın faydasızlığını anlamıştı. Muhtemelen o da tek tanrı inancına dayalı Hz. İbrahim’in dini üzere olmaya çalışan az sayıdaki Hanîfier gibi düşünüyordu. Ancak ne yapacağını bilememenin ıstırabıyla inzivaya çekildi ve risâleti-nin birkaç yıl öncesinden itibaren ramazan aylarında dedesi Abdülmuttalib ile diğer bazı Kureyşliler’in yaptığı gibi Hira dağındaki mağarada münzevi bir hayat yaşamaya başladı. Yiyeceği tükenince şehre iniyor, fakirlere yardımda bulunuyor, Kabe’yi tavaf ediyor ve yiyecek alarak mağaraya dönüyordu. Zaman zaman Hatice’yi de yanına alıyordu. Hz. Âişe, Resû-iullah’a gelen vahyin sâdık rüyalarla başladığını, Hira mağarasına da ondan sonra gittiğini nakleder.[60]
Hz. Muhammed’in Hira’da bulunduğu 610 yılı Ramazan ayının son on günü içinde bir gece, bazı rivayetlere göre pazartesi günü sabaha karşı Cebrail aslî suretiyle geldi, okumasını istedi, onun Allah’ın elçisi, kendisinin de Cebrail olduğunu söyledi. Ardından, “Yaratan rabbinin adıyla oku!” mânasındaki cümle ile başlayan Alak sûresinin İlk beş âyetini ona tebliğ etti. Bu olay üzerine heyecanlanıp korkuya kapılan Hz. Muhammed oradan ayrılarak evine gitti, yatağa girerek Hatice’den üstünü Örtmesini istedi ve uyandıktan sonra başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Hatice, Allah’ın kendisini utandırmayacağını, çünkü onun akrabasını gözettiğini, doğru konuştuğunu, âcizlerin elinden tuttuğunu, yoksullara yardım ettiğini, misafirleri ağırladığını söyleyerek tesellide bulundu ve kendisine inandığını belirtti. Ardından Hz. Peygamber1! kendi amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e götürdü. Varaka onu dinledikten sonra kendisine gelen meleğin bütün peygamberlere vahiy getiren melek olduğunu söyledi. Siyer âlimleri, Cebrail’in ilk vahyi getirişi sırasında Resûlullah’a abdesti ve namazı öğrettiği hususunda ittifak etmişlerdir.[61]
Hz. Peygamber, ilk vahyin tedirginliğinden sonra Cebrail’in yeniden görünmesini arzulamaya başladı. Bu amaçla sık sık Hira mağarasına gidiyor, fakat günler geçtiği halde melek gelmiyordu. Bu dönemde rabbinin kendisini terkettiği zannına kapılarak endişeli günler geçirdi. Kaynaklarda “fetretü’1-vahy” denilen bu devrenin müddeti hakkında birkaç aydan üç yıla kadar varan süreler zikredilmiştir. Resûlullah bir gün Hira mağarasından dönerken Cebrail’i tekrar gördü, yine korku ve heyecanla evine gidip yatağına girdi. Cebrail evinde karşısına çıkarak Müddes-sir sûresinin ilk âyetlerini okudu (74/1-5). Bu âyetlerde artık ilâhî tebliğleri insanlara ulaştırma zamanının geldiği belirtilmekte, bu görevi ifa ederken yüce rabbi-ne güvenmesi istenmekte, ayrıca maddî ve manevî kirlerden uzak durması talimatı verilmekteydi. Hz. Peygamber o andan itibaren çevresindeki insanları İslâm’a davet etmeye başladı. Bu davet üç yıl kadar gizlice sürdü. Önce eşi Hatice, ardından yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû Tâlib ve Zeyd b. Harise, kızları Zeyneb, Rukıyyeve Ümmü Külsûm muslüman oldu. Üç yıllık gizli davet sırasında Hz. Ebû Bekir’in yakın dostları olan Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa’d b. Ebû Vakkâs, Osman
b. Maz’ûn, Saîd b. Zeyd, Ayyaş b. Ebû Rebîa ve hanımı Esma bint Selâme, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Erkam b. Ebü’l-Erkam, Ebû Seleme, Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Ubeyde b. Haris de Hz. Peygamber’e gelip İslâmiyet’i kabul ettiler. Bu dönemde Re-sûl-i Ekrem evinde, ıssız dağ eteklerinde, öğle tenhalığı sırasında Harem’de namaz kılıyor, bazan da ibadetlerini müslü-manlarla birlikte yapabiliyordu. Bu arada nazil olan Kur’an âyetlerini onlara okuyor, tevhid İnancı, âhiret günü ve güzel ahlâk üzerine sohbetlerine devam ediyordu. Müşriklerin olduğu yerlerde bir arada bulunmamaya özen gösteriyordu. Gizlilik devresinde Hz. Peygamber ile müslümanlar, genç yaşta İslâmiyet’i benimseyen Erkam b. Ebü’l-Erkam’ın Safa tepesinin eteklerindeki evinde toplanıyorlardı. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenlerle rahatça görüşülebilecek bir yer olması yanında müslümanlann Resûl-i Ekrem’le bir arada bulunmalarını sağlayan bu evdeki faaliyetler Ömer b. Hat-tâb’in muslüman olmasına kadar devam etti. Dârülerkam kaynaklarda sahâbîle-rin İslâmiyet’i benimseyişini tarihlendir-mekiçin kullanılmış, İslâm’ın yayılması hususunda oynadığı rolle İslâm tarihindeki yerini almıştır.
Mekke’de nübüvvetin 4. yılından itibaren İslâm daveti açıktan yapılmaya başlanınca Hz. Peygamber’in ilk muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kabe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler, Hz. İbrahim ve İsmail’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında mümtaz bir yere sahip bulunuyordu. Kureyşliler, Kabe’yi ziyarete gelenlerden âzami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kabe’ye ve çevresine dikmişlerdi. Bu sırada Resûlullah’-tan, vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi istenmiş [62] ve en yakınlarından başlamak üzere uyanda bulunması emredilmişti.[63] Resûl-i Ekrem, Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Mut-taliboğullan’ndan yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb onun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp, “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Resûlullah birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilere asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz. Yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz; iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İik uyardığım da sizlersiniz.[64] Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’in sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini, ancak atalarının dininden ayrılmayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini bildirdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilân etti. Ebû Leheb karısıyla birlikte Resûl-i Ekrem’e daima muhalefet etmiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşmasını engellemeye çalışmış, onun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’an’da adının geçtiği bir sûre nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir.[65]
Resûl-i Ekrem bir gün Safa tepesine çıkarak bütün Mekkeiiler’e İslâmiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şunları söyledi:” Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?”; “Evet, senin yalan söylediğini hiç görmedik” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum. Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Allah’tan başka ilâh yoktur demediğiniz sürece size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur.[66]
Kureyş ileri gelenleri Resûlullah’ın İslâm’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak puta tapıcılığı eleştiren âyetleri [67] okumaya, puta tapanların cehenneme gireceğini söylemeye başlayınca tebliğini büyük bir tehlike olarak görüp davetini engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Ayrıca tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin ortadan kalkması halinde Arap kabileleri nezdindeki itibarlarının ve ticari menfaatlerinin kaybolacağından endişe ediyorlardı.[68] Diğertaraftan Kureyşliler atalarından intikal eden geleneklere çok değer veriyor, bu sebeple atalarının yolundan ayrılmayacaklarını söylüyorlardı. Ku-reyşliler’in ahlâkî durumları da Peygam-ber’in davetini kabul edebilecek bir seviyede değildi. Zira Mekke toplumunda içki, kumar, zina ve yalancılık yanında maddî güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve baskı altında tutma zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’ân-ı Kerîm bu davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle elde edileceğini bildiriyor [69] buna uymayanların âhirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.
Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler onu küçümsemeye ve ona hakaret etmeye başladılar, giderek şiddete başvurdular. Mekkî sûreler incelendiğinde bu tepkilerin yansımalarını görmekmümkündür. Kureyşliler’in Resûlullah’a karşı düşmanca faaliyetlerinde aktif bir şekilde yer alan ve putperestlerin fikir babalığını yapan Velîd b. Mugîre’ye dair 100 kadar âyet nazil olmuştur.[70] Resûl-i Ekrem’in Kabe’de namaz kılmasını ve Mekke’ye dışarıdan gelenlerle görüşmesini engelleyen, Yâsir ailesine yaptığı zulüm ve işkencelerle tarihe geçen Ebû Cehil hakkında da âyetler inmiştir.[71] Kur’an’m etkileyiciliği karşısında Kureyşliler, Hz. Muhammed’in onu bir hıristiyan-dan öğrendiğini [72] kendisinin kâhin, mecnun [73] veya şair olduğunu [74] getirdiği Kur’an’ın bir büyü [75] veya eskilerin masalı [76] sayıldığını ileri sürdüler. Fakat ilâhî beyanlar sürekli olarak bu iddiaları çürütmüştür.
Kureyşliler, Hz. Muhammed’in İslâm’a davet faaliyetlerine engel olması için amcası Ebû Tâlib ile üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Resû-lullah’ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber şöyle dedi: “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim.[77] Bunun üzerine Ebû Tâlib de şunları söyledi: “Git istediğini söyle. Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim”. Kureyşliler üçüncü defa gelince Ebû Tâlib’e şöyle bir teklifte bulundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugire’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim”. Ebû Tâlib bu teklifi de reddetti.[78] Bu arada bazı Kureyşliler’in bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp onu davasından vazgeçirmeye çalıştıkları, kendisine para ve mevki teklifinde bulundukları da kaydedilmektedir.[79]
Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Nübüvvetin 6. yılında (616) Ebû Cehil ve adamlarının Resûlullah’a hakaret ettiğini gören bir câriye durumu Kabe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile Ebû Cehil’in başına vurdu, arkasından, “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti o!an varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilân etti. O esnada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının müslü-man oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken büyük sıkıntılar çeken Resûl-i Ekrem. İslâm’ın zaferi için nüfuz sahibi bazı kimselere hidayet nasip etmesi için rabbine niyazda bulunmuştu. Bunlardan biri de Ömer’di. Ömer bir gün Hz. Muhammed’i öldürmek için harekete geçmiş, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın İslâmiyet’i benimsediğini öğrenince onun evine gitmiş, Tâhâ sûresinin ilk âyetlerini okuyan eniştesini ve kız kardeşini dövmüştü. Ardından pişmanlık duyarak okudukları sayfalan istemiş. Tâhâ ve Abese sûrelerinin ilk âyetlerinin etkisinde kalarak Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkıp müs-lüman olmuştu.[80] Bunun üzerine Hz. Peygamber yanında bulunanlarla birlikte Kabe’ye gitti. Bu arada Ebû Zer el-Gıfârî, Tu-feyl b. Amr ed-Devsî, Dimâd b. Sa’lebe gibi kişiler de İslâm’ı kabul etti.[81]
İslâmiyet Mekke’de yayıldıkça müşriklerin müslümanlara karşı tavrı da sertle-şiyordu. Onların hakaretlerine fiilî müdahaleleri de eklenmişti. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkenceleri engellemeye gücü yetmeyen Resûlullah, bazı müslümanlara hıristiyan olan Necâşî Ashame’-nin ülkesi Habeşistan’a hicret etmeye İzin verdi. Aralarında Hz. Osman ve eşi Resû-lullah’ın kızı Rukıyye’nin de bulunduğu on bir erkekle dört kadından oluşan kafile 61S yılında Habeşistan’a gitti. İslâm’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Hz. Peygamber’in Afrika ile temasa geçmesini de sağlamıştı. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından müslümanların orada iyi karşılandığı sonucuna varılmış olmalıdır ki 108 kişiden oluşan ikinci bir kafile de Ca’fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a göç etti.[82] Kureyşliler hicret edenlerin iadesi için Habeşistan’a bir heyet gönderdilerse de sonuç alamadılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi, Ebû Tâlib mahallesindeki [83] boykotun sona ermesinin ardından Mekke’ye döndü (620). Ashame, Bedir Gazve-si’nden sonra yeni bir heyet yollayan Ku-reyşliler’in iade talebini de reddetti. Kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, diğerleri 7 (628) yılında Medine’ye döndü.
Kureyşliler, Hamza ile Ömer’in islâmiyet’i ben i msem esiyle güç kazanan Resûl-i Ekrem’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler; Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları bu iş gerçekleşinceye kadar mevcut akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilân ettiler; kendileriyle konuşmamaya ve alışveriş yapmamaya karar verdiler; boykotun şartlarını bir kâğıda yazıp Kabe’nin duvarına astılar. Bunun üzerine Ebû Tâlib, yeğenini ve mensuplarını kendi mahallesinde topladı. Müşriklerin safında yer alan Ebû Leheb ve oğulları hariç bütün Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları orada yaşamak zorunda kaldılar (616-619). Hz. Hatice ile Ebû Tâlib’in servetleri bu sıkıntılı günlerde tükendi. Ticarî faaliyette bulunmak ve hac mevsimi dışında alışveriş yapmak mümkün değildi. Nihayet aralarında Ebû Tâlib’in kız kardeşinin oğlu Züheyr b. Ümeyye ve Hişâm b. Amr’ın da bulunduğu bazı kimseler Kureyş ileri gelenlerinden Mut’im b. Adî ve ZerrTa b. Esved ile anlaşıp boykota son verdiler.
Nübüvvetin 10. yılında Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin üç gün arayla vefat etmesi [84] Resûl-i Ekrem’i çok üzmüş ve bu yıia “hüzün yılı [85] denilmiştir. Ebû Tâlib’in ölümü üzerine Hâşimoğulları’nın reisi olan Ebû Leheb. kız kardeşlerinin ısrarıyla Re-sûlullah’ın himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra Ukbe b. Ebû Muayt ve Ebû Cehil’in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti.
Kureyşliler’İn Hz. Peygamber’e karşı tavırları giderek sertleşiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem davetine devam etmek için Mekke dışına yöneldi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakif kabilesinin yaşadığı Taife gitti. Kabilenin İleri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Ab-düyâlîl’i, Mes’ûd ve Habîb’i ve kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâm’a davet etti. Kureyşliler’le akrabalık ve ticaret bağlan bulunan Sakîfliler’den hiçbiri onun çağrısını dinlemediği gibi kendisini ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Resûlullah’ı korumaya çalışırken Zeyd de başından yaralandı. Bu zor anlarında Resûl-i Ekrem’in rabbine sığınmasını, teslimiyetini ve rızâsını talep edişini dile getiren niyazı meşhurdur [86] Tâif’ten ayrılan Hz. Peygamber’in Mekke’ye girebilmesi için himayesine sığınacağı bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Ancak başvurduğu pek çok kimse talebini kabul etmedi. Nihayet Kureyş’in kollarından Nevfeloğulları’nın reisi Mut-‘im b. Adî’nin himayesiyle Mekke’ys girebildi.[87] Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Resûlullah’a sorunca o şöyle demişti: “Tâif dönüşünde bir ara başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrail’i gördüm. Cebrail istediğim takdirde Mek-keliler’i helak edecek meleğin emrime verileceğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bunun üzerine ben hayır dedim. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız O’na kulluk eden ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim.[88]
Öte yandan Cenâb-ı Hak son peygamberine, yakınlarının vefatı ve Tâİfliler’in eziyetlerinin ardından manevî âlemlere seyahat etme mazhariyetini lütfetmiş, böylece İslâm’ın on yıîdan beri mahsur kaldığı Mekke şehrinden çıkıp uzak mekânlara yayılacağının işareti verilmişti. Çünkü o bu manevî yolculuğunda diğer semavî dinlerin peygamberlerine imamlık yapmıştı.[89]
Hz. Peygamber, hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla risâletinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Bunlar arasında en verimli olanı Yesrib halkıyla kurduğu temaslardı. Nübüvvetin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen Hazrec kabilesine mensup altı kişilik bir gruba İslâmiyet’i tebliğ etti, onlar da Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es’ad b. Zü-râre. Yesrib’e dönerek bu yeni dini anlatıp bir yıl sonra tekrar Akabe’de Resûl-i Ekrem’le buluşma sözü verdi. Ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı kişinin faaliyetleri neticesinde birçok Yesribli müslüman oldu. Ertesi yıl onu Hazredi, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Resûlul-lah’la gizlice Akabe’de buluştu. Birinci Akabe Biati adıyla anılan buluşmada Yes-ribliler Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftirada bulunmayacaklarına, Resûlullah’ın emirlerine uyacaklarına dair söz verip kendisine biat ettiler. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi ve namaz kıldırması için Mus’ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Mus’ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri Yesrib ileri gelenlerinin müslüman olmasını sağladı. Nübüvvetin 13. yılı (622) hac mevsiminde ikisi kadın yetmiş beş Yesribli müslüman
Mekke’ye geldi ve hacdan sonra yine Akabe’de Resûlullah’la gizlice buluştu. Yes-ribliler’in kendisini şehirlerine davet etmesi üzerine, Resûl-i Ekrem İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını sıraladı. Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli müslüman-ları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, her şartta kendisine itaat edeceklerine, malî yardımda bulunacaklarına, İyiliği emredip kötülüğü önlemeye çalışacaklarına, kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz vermelerini istedi.[90] Yesribliler şartlan kabul ettiler.
Resûlullah’ın İkinci Akabe Biatı’ndan sonra hicrete izin vermesi üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Ebû Hasme Yesrib’e göç etti, ardından diğer sahâbîler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladı. Kureyşli müşrikler hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı müslü-manları hapsediyordu. Kısa bir süre içinde ashabın büyük kısmı Yesrib’e hicret etti; geride yalnız Hz. Peygamber ile Ebû Bekir ve ailesi, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenlerle gidişleri engellenmiş olanlar kaldı.
Müşrikler, müslümanlann Yesrib’e göç etmesi üzerine Hz. Muhammed’in de oraya giderek kendilerine karşı tehlike oluşturacağından endişe duymaya başladılar ve Dârünnedve’de toplanıp Ebû Cehil’in teklifiyle Resûlullah’ı öldürmeye karar verdiler. Suikast niyetinden vahiy yoluyla haberdar olan Hz. Peygamber, Ebû Bekir’le birlikte hicret hazırlığına başladı. Bir gece Mekke’den ayrılıp Sevr dağındaki mağaraya saklandılar. Üç gün sonra kılavuzlarının getirdiği develere binerek Yesrib’e doğru yola çıktılar.[91] Kureyşliler, Hz. Muham-med’i yakalayana 100 deve ödül vaad ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Sürâka b. Mâlik gibi bazılarının teşebbüsü de neticesiz kaldı.[92] Hz. Peygamberle Ebû Bekir, sekiz günlük bir yolculuktan sonra Yesrib’e bir saatlik mesafedeki Küba’ya ulaştılar. Resûl-i Ekrem, Mekke’den gelecek Hz. Ali’yi ve diğer muhacirleri beklemek üzere birkaç gün kaldığı kasabada bir mescid yaptırdı. 12 Rebîülevvel 1 [93] Cuma günü Yes-rib’e hareket ettiler. Hz. Peygamber. Râ-nûnâ vadisinde ilk cuma hutbesini okudu ve cuma namazını kıldırdı. Yesrib’e ulaşınca şehir halkı kendisini büyük bir coşku ile karşıladı. Resûlullah. devesinin çöktüğü yerin en yakınında bulunan Ebû Ey-yûb el-Ensârî’nin evine misafir oldu. Onun hicreti sebebiyle Yesrib şehri Medine Medînetü’r-resûi) adını aldı.
Medine Dönemi. Hicret, Hz. Peygam-ber’in risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve İslâmiyet’in yayılmasını sağlayan çok önemli bir olaydır. Resûlullah’ın en büyük hedefi Kur’an âyetlerini tebliğ etmek, dini yaşayarak öğretmek, dinin gelecek nesillere değiştirilmeden intikalini sağlayacak müminlerin sayısını arttırmaktı. Resûlullah bu amaçla bazı düzenlemeler yapmaya karar verdi. Mekke döneminde müslüman-ların bir araya gelip ibadet etme ve Re-sûlullah’ı dinleme imkânları çok kısıtlıydı. Medine’de özellikle Birinci Akabe Bia-tı’nın ardından müslümanlann sayısı artınca Es’ad b. Zürâre, daha sonra Mes-cid-i Nebevî’nin inşa edileceği arazideki hurma kurutma yerinin etrafını çevirerek kıblesi Kudüs’e doğru oian bir mescid yaptırmıştı. 0 sıralarda Mekke’deki müslümanlar henüz cuma namazı kılamazken Medineliler burada cemaatle namaz kılıyordu.[94] Resûl-i Ekrem, Medine’ye ilk defa girerken devesinin çöktüğü yeri mescid yaptırmak üzere sahiplerinden satın aldı. Yedi ay kadar süren mescidin inşası esnasında Hz. Peygamber, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir kaldı ve burada Medineli müslüman erkeklerden, bir başka evde de kadınlardan biat aldı. Risâlet vazifesinin bütün gereklerini mescidle ona bitişik olan evinde yerine getiriyor ve yeni nazil olan Kur’an âyetlerini burada tebliğ ediyordu. Kimsesiz müslümanlarla ilim tahsil etmek isteyen sahâbîlerin barınması için Mescid-i Nebevî’nin arka kısmında Suffe inşa edilmişti. Resûlullah, Medine dışına gönderilecek heyetleri oluştururken ehl-i Suffe’den faydalanıyordu.
Hz. Peygamber, hicretten hemen sonra muhacirlerin her birini Evs veya Haz-rec kabilesinden bir müslümanla kardeş ilân etti. Böylece bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen muhacirlerin maddî ve manevî ihtiyaçlarının karşılanması için büyük bir destek sağlanmış oldu. Medineli müslümanlar muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul edip ellerindeki İmkânları onlarla paylaştılar.[95] Resûl-i Ekrem, böyle bir kardeşlik bağı kurmak suretiyle yalnızca zor durumda olan muhacirlerin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, kabile esasına bağlı kardeşlik anlayışının yerine din kardeşliği anlayışının geçmesini de sağlamıştır. Resûlullah, Medine döneminin ilk yıllarında gerek Mekke’den gerek Medine çevresinden biat etmek üzere huzuruna gelen herkesin Medine’ye hicret etmesini biat şartı olarak ileri sürüyordu.[96] Ayrıca Medine’ye hicret edenlerin daha sonra oradan ayrılmasını da hoş karşılamıyor, hicretin kararlı ve semereli olması için Allah’a dua ediyordu.[97]
Resûl-i Ekrem’in Medine’ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde olduğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu, her kabile kendi reisinin idaresinde yaşıyordu. Medine’de Evs ve Haz-rec kabilelerinin yanı sıra Benî Kaynukâ’, Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç yahudi kabilesi bulunuyordu. Evs ve Hazrec kabilelerinin sürekli bir çatışma İçinde olduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber, muâ-hât ile müslümanlar arasında birlik sağladıktan sonra yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Araplar’ın ve müslümanlann barış ve güven içinde yaşaması için bir şehir devleti halinde teşkilâtlanmanın şartlarını bir metinle belirledi. Kaynaklarda “kitab” ve “sahîfe” gibi adlarla anılan, günümüzde bazı ilim adamlarınca yazılı ilk anayasa diye nitelendirilen bu antlaşmada şehrin iç huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların çözülmesi ve bazı ekonomik yükümlülüklerin tesbiti gibi hususlar yer alıyordu. Özellikle Medine’ye yönelik dış tehlikeler karşısında yahudi-lerden müslümanlarla iş birliği içinde olmaları ve Kureyşliler’le İttifak kurmamaları istenmiştir. Savaş masrafları, fidye ve diyet gibi malîhususlann her grubun kendi imkânlarıyla karşılanması, yargı görevini kendi içinde bağımsız olarak yürütmesi, farklı gruplara mensup kişilerin anlaşmazlıklarında ise son yargı merciinin Hz. Peygamber olması karar altına alınmıştır. Yahudilerle müslümanlann din ve vicdan hürriyetine sahip bulundukları da açıkça belirtilmiştir.[98] Bu arada Resûl-i Ekrem Medine’nin sınırlarını tesbit ettirmiş ve bundan sonraki siyasî ve askerî faaliyetler bu sınırlara göre yürütülmüştür. Ayrıca Medine’de müslümanlar için bir pazaryeri yaptırmış [99] Baki” mevkiini de mezarlık olarak kararlaştırmıştır.
Mekke döneminde Resûlullah kendisine ve müslümanlara karşı düşmanlık yapan Kureyşliler’e mukabelede bulunmamış, bu dönemde nazil olan âyetlerde de sabır tavsiye edilmiştir. Medine’de başlayan yeni dönemin ilk yıllarında bazı sıkıntılar mevcuttu. Şehirdeki yerli halkın çoğunluğu müslüman olmuşsa da içlerinde münafıklar da vardı. Şehrin etrafında yaşayan yahudi kabileleri görünüşte antlaşmaya katılmışlardı, fakat her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranışlarda bulunuyorlardı.
Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş İleri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef. Medineliler’e gönderdikleri mektupta Hz. Muhammed’e yardım etmenin utanılacak bir şey olduğunu, bundan vazgeçmedikleri takdirde aralarında savaş çıkabileceğini bildirdi.[100] Bu arada Medine’ye karşı bazı iktisadî tedbirler almaya başladılar. Diğer taraftan hicret haberi Arap yarımadasının hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberi takip ediyor, hicret etme imkânı bulamayanlar da gelişmeleri bekliyordu. Bu arada zulme mâruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bulunmasına izin veren âyet nazil olmuştu.[101] Resûl-i Ekrem hicretten yedi ay sonra başlamak üzere bir yıla yaklaşan süre içinde müslümanlann da bir güç olduğunu göstermek amacıyla sekiz kadar askerî harekât gerçekleştirdi. Çoğuna kendisinin kumanda ettiği bu müfrezeler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaştıysa da herhangi bir baskın düzenlenmedi. Bu harekâtlarla birlikte Medine ile Mekke arasında savaş hükümlerinin yürürlükte olduğu bir dönem başladı ve bu durum Hudeybiye Antlaşması1 na kadar devam etti. Hicretten on yedi ay sonra Batn-ı Nahle’ye gönderilen seriyye Yemen’den dönen bir Kureyş kervanına baskın yaptı. Bazı rivayetlere göre asıl hedefi istihbarat olan bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermek istiyordu.
Kureyşliler, mallarının büyük bir kısmını bırakıp hicret eden müslümanlann Mekke’de kalan mallarını da servetlerine katarak Arap yarımadasının güney ve kuzey İstikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Resûl-i Ekrem, Ebû Süfyân’ın idaresinde bir ticaret kervanına Suriye’den dönerken Bedir’de baskın düzenlemek için harekete geçti. Ancak Ebû Süfyân baskın teşebbüsünü öğrenince yardım istemek üzere Mekke’ye adam gönderdi, kendisi de Bedir’den bir itibar kazandırmış ve Resûlullah’a İslâmiyet’i tebliğ için geniş alanlar açmıştır.
Hz. Peygamber. Medine’ye hicret ettiği sırada şehir halkının yarıya yakın nüfusunu yahudiler teşkil ediyordu. Resûlullah yahudilere karşı hoşgörülü davrandı, Medine sakinleriyle yaptığı antlaşmaya onları da dahil etti. Onun bu davranışı bazı yahudiler üzerinde olumlu etki yaptı ve Benî Kaynukâ” kabilesinden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte müslüman oldu. Ancak yahudiler. yakın zamanda gelecek bir peygambere tâbi olacaklarını ve düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söyleyerek Evs ve Hazrec mensuplarını tehdit ediyordu. Bekledikleri peygamber ya-hudilerden gelmediği için Resûl-i Ekrem’in risâletini benimsemediler. Ayrıca müslümanlan dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere girişiyor, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’Ie alay ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasına çeşitli fitneler sokuyor ve münafıklara cesaret veriyorlardı. Benî Kaynukâ” kabilesinin ileri gelenlerinden bazıları İslâmiyet’e girdiklerini söyleyip münafıklar arasına katıldılar [102] Müslümanların Bedir Gazvesi’nden zaferle çıkması bir gerginliğin meydana gelmesine yol açtı. Benî Kaynukâ’ çarşısına giden müslüman bir kadının tacize uğraması ve yardım için gelen sahâbînin tacizi yapan ya-hudiyi öldürmesi, kendisinin de şehid edilmesi üzerine antlaşma bozuldu. Resûl-i Ekrem Şevval 2 [103] tarihinde Benî Kaynukâ’ın üzerine yürüdü ve onları İslâm’a davet etti. Yahudiler bunu reddedip kalelerine çekilince kaleyi kuşatma altına aldı; sonunda yahudiler teslim oldu. Hz. Peygamber kabile mensuplarının üç uzak kalıp sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, kervanın kurtulduğunu Öğrenmelerine rağmen Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e yürüdüler. Kur’ân-ı Kerîm’de Bedir karşılaşmasının iki tarafın planlarının ötesinde Allah’ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanının ikisinden de uzak bir yerde bulunduğu haber verilir.[104] 2. yılın 17 Ramazanında [105] Cuma sabahı 305 kişilik müslüman kuvvetiyle müşrik ordusu arasında cereyan eden savaşta Ebû Cehil dahil yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı, müslümanlar da on dört şehid verdi. Kur’an’da elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir.[106] Bedir Gazvesi, İslâm cemaatine Arap yarımadasında büyük gün içinde Medine’yi terketmelerini istedi.
Resûl-i Ekrem’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. Münafıkların başını çeken Abdullah b. Übey b. Selûi, Hazrecliler’in reisi olup Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Pey-gamber’in hicretiyle reisliği gerçekleşmemiş ve hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir.
Bedir’de ağır bir yenilgiye uğrayan Ku-reyşliler reisleri Ebû Süfyân’a savaş hazırlıklarına hemen başlaması için baskı yapıyordu. İntikam hislerinin yanı sıra müs-lümanların Suriye- Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskın düzenlemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler topladıkları 3000 kişilik bir ordu ile Bedir Gazvesi’nden bir yıl sonra Medine’ye doğru yürüdüler. Resûl-i Ekrem onlarla Medine dışında savaşmak istemiyordu. Fakat ashaptan bazılarının ısrarı üzerine Uhud’a gitmeye karar verdi. Yolda Abdullah b. Übey 300 kadar adamıyla geri dönünce 700 sahâbî ile Uhud dağının eteklerine geldiler ve 7 Şevval 3 [107] tarihinde düşmanla karşılaştılar. Müslümanlar başlangıçta Kureyşliler’i çekilmeye mecbur ettiyse de Resûlullah’ın stratejik önem taşıyan bir tepeye yerleştirdiği okçuların talimata uymayarak burayı terketmeleri üzerine müşrikler arkadan saldırıp savaşın seyrini değiştirdiler. Başta Hz. Peygamber’in amcası Hamza olmak üzere yetmiş müslüman şehid oldu, Resûlullah’ın kendisi de yaralandı. Resûl-i Ekrem’in öldürüldüğüne dair bir haberin yayılması üzerine çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilirken müşrikler Ebû Süfyân’ın etrafında toplandılar, böylece iki ordu birbirinden ayrıldı ve savaş sona erdi. Ardından Medine’ye dönen Hz. Peygamber, Ku-reyşliler’in Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Kureyş ordusunu takip etmek için Uhud’a katılanlardan 500 kişilik bir kuvvetle Medine’ye 8 mil mesafedeki Hamrâülesed’e kadar gitti. Durumu öğrenen Kureyşliler Mekke’ye gittiler. Resûl-i Ekrem burada beş gün kalıp Medine’ye döndü.
Birkaç ay sonra Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelerek Re-sûlullah’tan kendilerine İslâmiyet’i öğretecek sahâbîler göndermesini istedi. Hz. Peygamber’in yolladığı on kişilik heyet yolda Recî’ suyu yanında konakladı. Bu sırada Lİhyânoğullarfndan 100 kişilik bir grup müslümanlara baskın düzenledi
[108]yedi sahâbî şehid edildi, kalan üç kişiden biri yolda Öldürüldü, ikisi de köle olarak Kureyş’e satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet sonra bu iki sahâbîyi de şehid ettiler.
Safer 4 [109] tarihinde Âmir b. Sa’saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik, Medine’de Hz. Peygamber’den İslâmiyet hakkında bilgi aldı ve kendisi müslüman olmamasına rağmen kabilesine İslâm’ı anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istedi. Resûlullah, gönderilecek kimselerin can güvenliği konusunda ondan kesin söz aldıktan sonra Kur’an’ı iyi bilen, çoğu ensardan ve ehl-i Suffe’den bir grubu Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında yolladı.[110] Heyet, Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’rimaûne’ye gelince Âmir b. Mâlik’in öldüğünü haber aldı ve orada bir süre bekledi. Fakat civardaki kabilelerden oluşan bir grup üç kişi hariç bütün heyet mensuplarını öldürdü. Bu hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen Resûlullah, hiçbir felâket karşısında duymadığı derecede elem duymuş ve bir süre sabah namazında faciaya yo! açanlara beddua etmiştir.[111] Hz. Peygamber, Benî Âmir’in cezalandırılması için Şücâ’ b. Vehb kumandasında yirmi dört kişilik bir kuvveti Rebîülevvel 8’de [112] onların üzerine gönderdi. Âni bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber kabilenin hayvanları da ele geçirildi. Ancak kadınlar ve onları istemeye gelen kabile mensupları İslâmiyet’i kabul ettikleri için serbest bırakıldı.
Nadîroğulları. Uhud Gazvesi esnasında müşriklerin karargâhına gidip onları müslümanlara karşı tahrik etmişti. Ayrıca zaman zaman müslümanlarla çatışmak istemiş ve bazı suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber antlaşmaya riayet etmelerini istediyse de olumlu bir sonuç alamadı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile beraber onların yerleşim merkezine gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin üstünden taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu farkeden Hz. Peygamber şehre döndü ve onlardan on gün içinde şehri terketmelerini istedi. Nadîroğulları göç hazırlıklarına başlamışken Abdullah b. Übey yardımcı olacağını söyleyerek gitmelerini önledi. Resûlullah da onları muhasara edip antlaşmaya davet etti.[113] Bir süre direnen yahudiler on beş gün devam eden muhasaranın ardından Medine’den ayrıldılar.
Müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan ve Kureyş’in yanında yer alan Mus-talikoğulları reisi Haris b. Ebû Dırâr, Medine’ye saldırmak amacıyla asker toplamaya başlamıştı. Bunu öğrenen Resûl-i Ekrem, Şaban-Ramazan 5 [114] tarihinde Benî Mustalik (Müreysî1) Gazvesi’ne karar verdi ve 700 kişiden oluşan bir kuvvetle sefere çıktı. Bunun üzerine Mustalikoğullarfnın yanında toplanan kabileler dağılmaya başladı. Müreysî” suyunun yanına geldiklerinde kabile mensuplarını müslüman olmaya davet ettiler. Onların ok atmaya başlaması yüzünden çatışma çıktı ve müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Birçok esirle birlikte ganimetler ele geçti. Hz. Peygamber esir ve ganimetleri paylaştırdı. Bu esnada kabile reisinin kızı Cüveyriye müslüman oldu, Resûlullah da kendisini azat edip onunla evlendi. Bunu gören müslümanlar ellerindeki esirleri serbest bırakınca Mustaliko-ğulları İslâmiyet’i benimsedi.
Hz. Peygamber bu sefer İçin Medine’den ayrılırken Âİşe’yi de yanına almıştı. Sefer dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket emri verildiğinde Âişe ihtiyaç için ordugâhtan uzaklaştı, dönüşte gerdanlığını düşürdüğünü farkederek aramaya koyuldu ve konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini görüp beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal Âişe’yi devesine bindirip kafileye yetiştirdi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu olay, Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden önemli bir mesele halini aldı. Aleyhindeki konuşmaları sonradan öğrenen Âişe ile birlikte ailesi ve Resûl-i Ekrem çok sıkıntılı günler geçirdikten sonra nazil olan âyetler dedikoduların çirkin bir iftiradan ibaret olduğunu haber verdi.[115]
Kureyşliler’in Medine’ye karşı son saldırısı Hendek (Ahzâb) Gazvesi diye anılmıştır. Bu sefere, Kureyş’ten başka çeşitli Arap kabileleriyle Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza yahudilerinden oluşan kalabalık bir grup (ahzâb) katıldı. Hayber’e yerleşen Benî Nadîr yahudilerinin tahrikiyle meydana gelen müttefik güçlerin sayısı 10-12.000 civarındaydı ve kumandanları da Ebû Süfyân’dı. Resûlullah, Sel-mân-i Fârisî’nin tavsiyesine uyarak Medine’nin kuzey kısmında hendeklerin kazılmasına karar verdi, bu iş 3000 kişilik İslâm ordusu tarafından kısa süre içinde muhasara esnasında bazı çatışmalar olmuşsa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Şiddetli bir fırtınanın ardından kuşatmayı kaldırıp Mekke’ye döndüler.[116]
Medine’de kalan son yahudi kabilesi Benî Kurayza, antlaşmaya göre şehrin savunmasına katılması gerektiği halde Hendek Gazvesi sırasında bu şartı ihlâl etti. Hendek Gazvesi’nin arkasından Benî Kurayza kendi topraklarına gitti. Resû-iuilah onları önce Müslümanlığa çağırdı, reddetmeleri üzerine teslim olmalarını istedi. Bu teklif de kabul edilmeyince kuşatma başlatıldı. On beş veya yirmi beş gün devam eden kuşatmadan sonra eski müttefikleri Evs kabilesinden Sa’d b. Mu-âz’m vereceği hükme razı oldular. Sa’d savaşacak gücü bulunanların öldürülmesine, kadın ve çocukların esir edilmesine ve mallarının ganimet olarak alınmasına karar verdi. Resûl-i Ekrem, ihanetin cezasının Ölüm olduğunu bildiren yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’a uygun düşen [117] bu karan uyguladı,
Hz. Peygamber ve Mekkeli müslüman-lar eski vatanlarını Özlüyor ve Kabe’yi ziyaret etmeyi arzu ediyordu. Resûl-i Ekrem rüyasında Kabe’yi tavaf ettiğini görünce Mekke’ye gidip umre yapmaya karar verdi, ashabına da hazırlanmalarını söyledi. 1400-1500 kişiyle birlikte Zilkade 6 tarihinde Medine’den hareket etti ve Mekke’ye 17 km. uzaklıktaki Hudeybi-ye’de konakladı. Kureyşliler, kendilerine engel olmak için Hâlid b. Velîd kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini bölgeye şevketti. Hz. Peygamber de amaçlarını anlatmak üzere Hz. Osman’ı gönderdi. Kureyşliler müslümanların Mekke’ye girmesine izin vermeyeceklerini, ancak Osman’ın Kabe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Hz. Osman bu teklifi reddedince kendisini hapsettiler. Bu gelişme müslü-manlara Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştığından Resûl-i Ekrem, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair ashabından biat aldı (Bey’atürndvân). Bunu Öğrenen Kureyşliler telâşa kapıldılar ve Hz. Osman’ı serbest bıraktılar. Ardından Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet yolladılar. Yapılan müzakerelerden sonra bir antlaşma imzalandı. Antlaşmaya göre müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelip şehirde üç gün kalabileceklerdi. Bir Mekkeli Medine’ye kaçarsa iade edilecek, Medine’den biri Mekke’ye kaçarsa iade edilmeyecekti. Barış on yıl sürecek, taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan bir Kabile ile savaşa girerse diğeri karışmayacaktı. Diğer Arap kabileleri istedik-leriyle ittifak yapabilecek, bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabilelerde uyacaktı.[118] Antlaşma ilk bakışta müslümanların aleyhine gibi görünse de o güne kadar müslümanlan muhatap saymayan Kureyşliler bununla müslümanlan kendileriyle denk kabul etmiş oldular. Ardından İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya devam etti; Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki müslümanların sayısını aştı. Bu münasebetle nazil olan Kur’ân-i Kerîm’in 48. sûresi Feth adını almış ve antlaşma “feth-i mübîn” ve “nasr-ı azîz” [119] olarak nitelendirilmiştir. Resûl-i Ekrem bir yıl sonra Mekke’ye gidip ashabıyla birlikte umresini kaza etti.
Resûl-i Ekrem, Hudeybiye’den döndükten sonra bazı devlet başkanlarına davet mektupları gönderdi [120]“Muhammed Resûlullah” mührünü taşıyan mektuplardan biri Abdullah b. Huzâfe tarafından Sâsânî Hükümdarı Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e götürüldü. Kendi adının Muhammed isminden sonra yazılmış olmasına öfkelenen Kisrâ mektubu yırttı ve San’a’daki valisi Bâzân’dan Hz. Muhammed hakkında kendisine bilgi vermesini istedi. Mektubunun yırtıldığını haber alan Resûlullah bu edep dışı davranışından dolayı kisrânın cezalandırılmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz etmiştir. Kısa bir süre sonra Yemen valisi Bâzân İki adamını Medine’ye yolladı. Hz. Peygamber, Hüsrev Pervîz’in kendi oğlu tarafından öldürüldüğünü vahiy yoluyla Öğrenip elçilere söyledi ve Bâzân’a müslüman olduğu takdirde valilik görevinde bırakılacağını bildirdi. Ardından Bâzân ile birlikte Yemen halkı da İslâmiyet’i kabul etti. Böylece Yemen’in ilk müslüman valisi Bâzân ile İslâmiyet bölgede yayılmaya başladı.[121] İkinci mektup Amr b. Ümeyye ile Habeş Necâ-şîsi Ashame’ye gönderildi. Ashame, İslâmiyet’i benimsedikten başka Habeşistan’da kalmış olan son muhacirleri gelen elçiyle beraber Medine’ye yolladı. Üçüncü mektup Hâtıb b. Ebû Beltea tarafından Mısır Meliki Mukavkıs’a götürüldü. Mu-kavkıs müslüman olmamakla birlikte Hz. Peygamber’e bazı hediyeler yolladı. Dördüncü mektup Şücâ b. Vehb İle Gassânî Kralı Haris b. Ebü Şemir’e gönderildi. Haris, kendisine böyle bir mektubun yollanmasına sinirlenip onu yere attı ve Medine’ye hücum tehdidinde bulundu. Beşinci mektup Selît b. Amr tarafından Benî Ha-nîfe kabilesinin reisi Hevze b. Ali’ye götürüldü, hıristiyan olan Hevze müslüman olmayı kabul etmedi. Altıncı mektup Dihye b. Halîfe ile Bizans İmparatoru Herakle-ios’a gönderildi. İmparator Busrâ valisi aracılığıyla huzuruna çıkan Dihye’ye iyi davranmakla yetindi.[122]
Hz. Peygamber’in davet mektupları Arap yarımadasında yaşayan birçok kabile reisine ve bazı şahıslara da gönderilmiştir. Mektuplarda kişilere unvanlanyla hitap edilmiş, tehditkâr ifadelere yer verilmemiş, bir olan Allah’a ve Muham-med’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna inanılması istenmiştir. Özellikle kabile reislerine götürülen mektuplarda müslüman olmaları halinde mal ve can güvenliklerinin sağlanacağı, bazı kabilelere toprak ve maden yerlerinin verileceği belirtilmiştir. İslâm’ı kabul edenlerin Allah’a ve resulüne boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri gerektiği zikredilmiştir. Hicretin 9 (630) yılında nazil olan cizye âyetinden [123] sonra yazılan mektuplarda ise müslüman olmayı kabul etmeyen yahudi, hıristiyan ve Mecûsîler’-den cizye alınacağı bildirilmiştir.
Hayber’e yerleşen Nadîroğulları Hayber’deki yahudilerle birlikte Medine’ye karşı düşmanlık faaliyeti içine girmiş. Mekkeli müşriklerin yanı sıra bazı Arap kabileleriyle de anlaşmışlardı. Nihayet Resûlullah 1500 kişilik bir kuvvetle Hayber üzerine yürümek için Medine’den ayrıldı.[124] Hayber’dekiyedi müstahkem kalenin dördü savaşla, üçü barış yoluyla ele geçirildi. Resûl-i Ekrem yahudileri Hayber’den çıkarmayı düşünüyordu. Ancak onların kendi yerlerinde yancı olarak kalmaları yolundaki tekliflerini kabul etti. Hayber’den sonra Vâdilkurâ ve Fedek halkıyla da benzer anlaşmalar yapıldı.
Hz. Peygamber, 8. yılın başında (629) Haris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslâm’a davet mektubuyla Bizans’a bağlı Busrâ valisine gönderdi. Medine’ye hicretinden itibaren Resûlullah’a düşmanlık gösteren Ebû Âmir er-Râhib’in telkinleri altında bulunan hıristiyan Gassânî Emîri Şürahbîl b. Amr kendi topraklarından geçen elçiyi öldürttü. Haris b. Umeyr. Resûl-i Ekrem’in öldürülen tek elçisidir. Diğer taraftan Hz. Peygamber, aynı yıl içinde on beş kişilik bir heyeti İslâm’a davet amacıyla Zâtü-latlah’a yolladı. Ancak heyet üyeleri şehid edildi, içlerinden yalnız Kâ’b b. Umeyr el-Gıfârî yaralı olarak Medine’ye dönebildi. Resûlullah, mukabelede bulunmak üzere Zeyd b. Harise kumandasında 3000 kişilik bir orduyu bölgeye şevketti. İslâm ordusu Belkâ’nın köylerinden olan Mûte’de. o sırada bölgede bulunan Bizans ordusu ile hıristiyan Arap kabilelerinin de katıldığı Şürahbîl b. Amr kumandasındaki büyük bir orduyla 100.000 veya 200.000 kişi karşılaştı.[125] Yapılan savaşta Zeyd b. Harise ile ardından Hz. Peygamber’in tayin ettiği iki kumandan Ca’fer b. Ebû Tâlib ve Abdullah b. Revâha şehid oldu. Bunun üzerine Hâlid b. Velîd kumandanlığa getirildi ve onun taktikleriyle müslümanlar en az zayiatla geri çekilerek Medine’ye döndü. Medine’de Resûlullah kumandanlarının arka arkaya şehid düştüğünü ağlayarak ashabına anlatmış, ardından sancağı Hâlid’in aldığını ve kendisine fethin müyesser olduğunu söylemiştir.[126]
Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir ile Huzâalılar arasında Câhiiiye döneminden beri devam eden kan davası Hudey-biye Antlaşmasfyia ortadan kaldırılmış. Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir, Kureyşliler’den destek alarak Huzâalılar’a bir gece baskın düzenlemiş ve kabile reisiyle bazı mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar, Medine’ye bir heyet gönderip yardım isteyince Resûl-i Ekrem. Kureyşliler’e bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalılar’ın diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın İhlâl edilmesi sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler bu isteği reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ebû Süfyân Medine’deki teşebbüslerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü.
Resûlullah sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra askerî harekâtın hedefini gizli tuttuğundan mîkât yeri Zülhuleyfe’-de ihrama girerek yola çıktı ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. 10.000 kişilik İslâm ordusunun Mekke’ye yaklaştığını öğrenen Kureyşliler. Ebû Süfyân başkanlığındaki bir heyeti Hz. Pey-gamber’e gönderdiler; ancak heyet mensupları İslâm’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Ebû Süfyân. Kureyşliler’e kendisinin müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını söyledi. Öte yandan Resûl-i Ekrem kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralıları ve esirleri Öldürmemelerini bildirdikten sonra hareket emri verdi. Merkezî birliğin başında bulunan Resûlullah, Mekke’nin yukarı kısmından Mes-cid-i Harâm’a girdi, Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safa tepesinde buluştu.[127] Hz. Peygamber, toplanan Mekkeliler’e Kabe kapısının önünde yaptığı konuşmada umumi af ilân etti. Askerî harekâtın sonunda sadece direniş gösteren yirmi civarında müşrik öldürülmüş, iki veya üç müslüman şehid olmuştu. Kabe’nin içi ve civarı putlardan temizlendikten sonra Bilâl-i Habeşî’nin ezan okumasıyla Kureyşliler, Resûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek müslüman oldular ve kendisine biat ettiler. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, yarımadanın Hicaz bölgesinde İslâm’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı.
Hz. Peygamber, Mekke çevresindeki kabilelere ait bazı putların ortadan kaldırılmasını sağladı. Ardından şehre yakın kabileleri İslâmiyet’e davet etmek için serîy-yeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 [128] tarihinde Hâlid b. Velîd’i 350 kişilik birlikle Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onların silâhlarını bırakıp müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silâhlarını bırakmaya rıza gösterdiler ve müslüman olduklarını ifade etmek üzere “dinîmizi değiştirdik” (sa-be’na) dediler. Ancak Hâlid. bu sözleriyle açık bir tavır ortaya koymadıklarını düşünerek kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Sonuçta otuz kadar esir öldürüldü. Resûlullah durumdan haberdar olunca çok üzüldü. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini Ödetti ve uğradıkları maddî zararı tazmin ettirdi.
Resûl-i Ekrem, Hudeybiye Antlaşması’-nınyol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlal eden Hevâzin kabilesinin çeşitli kollan Üzerine 6 (627-28). 7 (628-29) ve 8 (629) yıllarında seriyyeler gönderdi.[129] Hevâzin kabilesiyle Kureyş arasında Câhiiiye döneminden beri süregelen düşmanlık Resûlullah’a ve İslâmiyet’e de yönelmişti. Hevâzinliler, Hz. Peygamber’in büyük bir orduyla yola çıktığını öğrenince bu hareketin kendilerine karşı olabileceğini düşünerek savaş hazırlıklarına başladılar. Resûl-i Ekrem, ele geçirilen bir casustan Hevâzinliler’in topye-kün bir savaşa girişmek üzere olduklarını öğrendi. Diğer taraftan kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakifliler de Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lâfın da tahrip edileceğinden korkup Ev-tâs’ta toplanan Hevâzinliler’e katıldılar. Hz. Peygamber, 6 Şevval 8 [130] tarihinde 12.000 kişilik bir orduyla yola çıktı.11 Şewal8 [131] Perşembe günü Evtâs’a yönelen müslümanların Hâlid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğini Huneyn vadisinde pusu kuran Hevâzinii-ler’in oka tutmasıyla savaş başladı. Düşmanın yerini tesbit etmenin imkânsızlığının yanı sıra ürken hayvanların yol açtığı karışıklık ve panik öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Resûl-i Ekrem’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bozgunun sebebi, müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam gerçekleşmemesine bağlanmış, fakat acı tecrübeden sonra Allah’ın mânevi desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir.[132] Dağılan ordu Resûlullah’ın uyarısı ile kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir savaşın ardından müslümanlar galip geldi.
Huneyn Gazvesi’nden sonra kaçanlar İslâm karşıtı kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike oluşturmuştu. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı, nübüvvetin 10. yılından itibaren İslâm’a karşı olan tavrını ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve müslümanları hicveden şairler, İslâm aleyhine tertip kurmaya çalışanlar Taife kaçıp sığınıyordu. Resûlullah. Huneyn Gazvesi’nin ardından Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Bu arada kaçan düşman kuvvetlerinin takibi için Evtâs’a gönderilen birlik Hevâzinliler’le yaptığı savaşı kazandı, burada ele geçirilen ganimetler ve esirler Ci’râne’ye götürüldü. Resûl-i Ekrem, Tâif kalelerine sığınan Sakîfliler’i ve Hevâzinliler’i bir ay kadar muhasara etti. Haram ayların yaklaşmasıyla muhasarayı kaldırarak Ci’râne’ye döndü ve ganimetleri paylaştırdı. Bu sırada Hevâzin-liler’den gelen bir heyet müslüman olduklarını söyleyip esirlerin ve mallarının iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber esirle-riyle mallan arasında tercih yapmalarını söyleyince esirlerini geri aldılar. Resûlul-lah Cİ’râne’de ihrama girip Mekke’ye gitti ve umreden sonra Medine’ye döndü.
Hicretin 9. yılı Receb ayında [133] Bizans İmparatoru Herakleios’un müslü-manlara karşı savaş hazırlığına başladığına dair haberler gelince Hz. Peygamber 30.000 kişilik bir ordu hazırladı ve Medine’ye 700 km. uzaklıktaki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu. On beş-yirmi gün kalındığı halde Bizans ordusuna rastlanmadı. Bu sırada Resûl-i Ekrem İslâmiyet’e davet amacıyla Cerbâ, Eyle Limanı, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslâmiyet’i kabul etmeyeceklerini, ancak cizye ödeyeceklerini bildirdiler ve İslâm devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Bu arada Hâlid b. Velîd kumandasındaki askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslâm devletinin hâkimiyetini kabul etmesini sağladı.
Hicretin 9. (630-31) yılı “elçiler yılı” (se-netü’l-vüfûd) diye meşhur olmuştur. Mekke’nin fethedilmesi, ardından Hevâzinli-ler’in İslâmiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra Sakifliler’in Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslâm hâkimiyetinin altına girmesi üzerine Arap kabileleri Medine’ye heyetler yollayıp müslüman olduklarını bildiriyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazan da kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Heyetler arasında Sakif ve Hanîfe kabilelerinin temsilcileri gibi kabul edilmeyecek şartlar ileri sürenler de bulunuyordu. Bu arada Necranlı bazı kabilelerle Tağlib’e bağlı hıristiyanlarda görüldüğü gibi cizye vermek suretiyle İslâm hâkimiyeti altına girenler de vardı. Resûlullah heyet üyelerine İyi davranıyor, kendilerine Kur’an Öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken onlara hediyeler ve dikkat etmeleri gereken
hususlara dair bilgiler veriliyordu. Elçi-heyetlerin gelişi, Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin müslüman olduğunu ve Medine’nin yarımadanın başşehri haline geldiğini göstermektedir. İbn Sa’d, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabistan’dan gelen yetmiş bir heyeti zikretmiş, bunlar hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir.[134]
Çok sayıda Arap kabilesinin müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ile Hanîfe ve Esed olmak üzere bazı bedevi kabileleri arasında İslâmiyet’in yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’e ve müslümanlara düşman olan bedeviler eleştirilmiş, onların takındığı olumsuz tavırlara daha çok “a’râb” kelimesi etrafında temas edilmiştir.[135] Bedeviler Hendek Gazvesi’nden itibaren İslâmiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı.[136] Resûlullah umreye giderken Medine çevresindeki bedevilere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş, fakat onlar iştirak etmemekle birlikte umreden sonra özür dilemişlerdi.[137] Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da olmuştur.[138]
Öte yandan Benî Esed, Uhud Gazvesi’nden sonra müslümanlann güç kaybettiğini düşünerek Medine’ye âni bir saldın yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. Kabile mensupları 9 (630) yılında Medine’ye gelerek müslüman görünmek zorunda kaldılar ve malî yardım talebinde bulundular. Onların bu görüşmeler sırasında ortaya koydukları kaba tutum ve davranışları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Resûl-i Ekrem’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât süresindeki âyetler nazil oldu (49/14-18).
Mekke fethedildikten sonra şehrin ve Kabe’nin idaresi müslümanların eline geçmekle birlikte putperest inançlarını devam ettirenler vardı. Bunların bir kısmı müslümanların müttefikiydi. Resûlullah hicretin 1. yılından itibaren İyi münasebetler kurduğu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca’dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle Kabe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarda kimseye dokunulmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşrikler yaşadığından bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeyip Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahâ-bî İle Mekke’ye gönderdi. Ardından müşriklerin konumu ve onlarla yapılan antlaşmalar hakkında Tevbe sûresinin ilk yirmi sekiz âyeti nazil oldu. Resûl-i Ekrem bu âyetlerin hükümlerini tebliğ için Hz. Ali’yi görevlendirdi. Hz. Ali, bayramın birinci günü Mina’da toplanan insanlara Tevbe sûresinin ilk âyetlerini okudu, ardından şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler hacce-demeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kabe’yi çıplak tavaf edemeyecektir. Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır”. Bu tebligat etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından hemen hepsi müslüman olmuştur. Aynı sûrenin 29. âyetiyle başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvenliği sağlanmıştır.
Resûl-i Ekrem’in ramazan aylarında her gece Cebrail ile buluştuğu ve o zamana kadar nazil olan âyetleri okuduğu bilinmektedir. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında ise [139] Cebrail’in kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilâvet ettirdiği ve Resûlullah’ın bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördüğü nakledilmiştir.[140] Diğer taraftan her yıl ramazan ayında on gün itikâfa girerken 10. yılın Ramazan ayında yirmi gün itikafta kalmıştır.[141]
Bu yıl içinde Resûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkade 10 [142] tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtima olduğu halde müs-lümanlarla beraber Medine’den hareket etti, Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’-de Mekke’ye ulaştı, umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce günü Mekke’den ayrılıp Mina’ya gitti. Ertesi gün güneş doğduktan sonra Müzdelife yoluyla Arafat’a yöneldi. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Veda hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı. Hz. Peygamber, aynı anne ve babadan türeyen bütün insanların eşit olduğunu söyleyerek başladığı hutbesinde genellikle insan haklan üzerinde durdu. Veda hutbesinin ardından dinin kemale erip tamamlandığını ve Hakk’ın rızâsına uygun düşen dinin İslâm olduğunu bildiren’ âyet nazil oldu.[143] Resûlullah haccını tamamlayıp Medine’ye döndü.[144]
Veda haccından sonra Resûl-i Ekrem’in sağlığı bozuldu. Aynı günlerde Yemen’de Esved el-Ansî peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San’a üzerine yürüyen Esved, kendisine karşı çıkan buranın ilk müslüman valisinin oğlu Şehr b. Bâ-zân’ı öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz. Peygamber, bölgenin valileriyle ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’m yardımıyla öldürüldü.[145] Öte yandan Medine’ye bir heyet yollayan Müseylimetülkezzâb heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulundu. Resûlullah bir mektupla onu yeniden İslâm’a davet ettiyse de Müseylime kendisine ortaklık teklif etti. Resûl-i Ekrem tarafından verilen cevapta yeryüzünün Allah’a ait olduğu ve kullarından dilediğini ona vâris kılacağı bildirildi. Gelişmeler bu safhada iken Hz. Peygamber’in vefatıyla Müseylime Hz. Ebû Bekir döneminde ortadan kaldırıldı. Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında [146] Bizans’a karşı Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cüruf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Resûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme beklemeyi tercih etti. Resûl-i Ekrem hastalığı sırasında Ebû Bekir’in namaz kıldırmasını emretti ve son günlerini Âişe’nin yanında geçirdi. Kendisini iyi hissettiği bir gün mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendişine bırakmak istediyse de devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaz kıldı. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine döndü. Ancak Hz. Peygamber’in hastalığı ağırlaştı. Kaynakların belirttiğine göre Resûl-i Ekrem’in son nefeslerinde vurguladığı bazı hususlar şöyledir: “Peygamberlerinin kabirlerini secde yeri edinen kişileri Allah kahretsin! [147]“Allah hakkında hüsnüzan sahibi olun. hiçbiriniz Cenâb-ı Hakk’a hüsnüzan beslemeden ölmemelidir.[148] Resûlullah vefat etmeden önce, “Lâ ilahe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve Hz. Âişe’nin kolları arasında “maa’r-refîkf 1-a’lâ” en yüce dosta sözüyle ruhunu teslim etti.[149]
Hz. Peygamber’in vefatı bütün müslümanlan derinden üzdü; hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahâbîler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Ebû Bekir evinden gelip cenazenin yanına girdi, ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muham-med’e tapan varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür, Allah’a tapanlar ise O’nun ölümsüz olduğunu unutmasınlar. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir.[150] Resûlullah’ın cenazesi Abbas’ın oğulları Fazl ile Kuşem ve Üsâme b. Zeyd”in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar gruplar halinde içeri girip münferiden cenaze namazını kıldılar. Naaşı, Ebû Bekir’in Resûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali. Fazl, Kuşem ve Üsâme tarafından indirildi. Son peygamberin nesli kızı Fâtı-ma ile damadı Ali’den olan torunları Hasan ve Hüseyin’le devam etmiştir.
Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddî imkânları Allah yolunda harcayan Resûl-i Ekrem’den geriye son derece mütevazı bir miras kalmıştır. Zira kendisi, “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız; bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır [151] demiştir. Vefatında mülkiyetinde sadece beyaz bir katır, silâhlan ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce elinde kalan 7 dirhemin, bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan haya edeceğini söyleyerek fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırhı da borcu karşılığında bir yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.[152]
Hz. Peygamber’in manevî mirası gerek ümmeti gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerliydi. O, Veda hutbesinde de belirttiği gibi Kur’an ve Sün-net’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslâm dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.
Bibliyografya :
Lisânü’l-^Arab, “carb” md.; Wen.sin.ck, el-Mu’cem, “sry”, “ğzv” md.leri; VIII, 243-246; Müsned, I, 176, 190, 262, 263, 276, 304; III, 169, 181,223, 425; IV, 127-128, 138, 395; V, 85; VI, 409; a.e. (Arnaût), Ul, 193-194; XXVIII, 379-382, 395-396; Buhârî. “Bed’ü’1-vahy”, 3, 5, 6, “Cihâd”, 7, 9, 19, 33-34, 93, 101, 102, 110, 183, “Tefsir”, 96/1, “Meğâzî”, 2-17, 26, 28,29,34, 53, 70, 71, 83, “Veşâyâ”, 1, “Humus”, 1, “Nafakât”, 3, “Menâkıb”, 25, “Menâ-kıbü’I-enşâr”, 1, 27,”İcâre”, 2,”Büyûc”, 53, “Şehâdât”, 15,”Ahkâm”, 15,43,44,46,49, “BedJü’l-halk”, 7, “Cenâ’iz”, 62; Müslim, “îmân”, 160, 252, 302, “Bİrr”, 6, “blac”, 85, “Cihâd”, 49, 56, 111, 125-130, “Fezâ’il”, 126, 161, “Teybe”, 56-58, “Veşâyâ”, 5,”İmâre”, 44,46,58, 61;Tirmizt.”Siyer”,33, 34, 36,”Dacavât”, 118, “Menâkib”, İ8; İbn İshak, es-Sîre, tür.yer.; Vâ-kıdî, el-Meğâzl, l-lll, tür.yer.; ibn Hişâm, es-Sîre, [-11, tür.yer.; İbn Sa’d, et-Jabakât, I-II, tür.yer.; IV, 241; İbn Habîb. el-Muhabber, s. 271-274; ibn Şebbe. Târîhu’t-MedîneÜ’l-müneuuere, I, 305-306; Belâzürî, Ensâb,\, tür.yer.; Taberî, Târıh (Ebü’l-Fazl), 11, 239-657; III, 9-218; a.mlf.. Câmi’u’l-beyâni Bulak). IV, 118; V, 147-151;!X, 114-163; X, 3-41; XXI, 11-16; XXVI, 59-61; XXX, 163-166, 432-433; Mâtürîdî. Âyât ue süver mln Te’vîlâti’l-Kur’ân (nşr. Ahmet Vanlıoğlu -Bekir Topaloglul. istanbul 2003, s. 83-84; Hâkim, el-Müstedrek, II, 604, 609; İbnü’l-Esîr. üs-dü’l-ğâbe, 11, 253-254, 331-332; III, 170; IV, 214; Kurtubî. el-Câmi\ VIII, 61-77; XI, 110-111; XX, 122-129; Makrîzî, İmtâ’u’l-esmâ* (nşr. M. Abdülhamîden-Nümeysîl, Beyrut 1420/1999, I, 6-7; ayrıca bk. tür.yer.; Tecrid Tercemesİ, Mu-kaddime, I, 1-27; II, 756-767; VI, 13-52; VII, 28-30; Süyûtî, el-İtkân, I, 129-130; Muhammed b. Abdülbâki ez-Zürkânî, Şerhu’l-Mevâhib, Kahire 1329 Beyrut 1393/1973,1, 97 vd.; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ’, I, 230-231; Mahmûd Paşa el-Fele-kî, et-Takvtmü’l-cArabi kable'[-İslâm {ixc. Mahmûd Salih el-Felekî), Kahire 1389/1969, s. 33-44; L. Caetani. İslâm Tari/ıİ (trc Hüseyin Câhid), İstanbul 1924-27, 1-X, tür.yer.; W. M. Watt, Ma-hometa laMecque[trc. R Dourveil), Paris 1958; a.mlf., Mahometâ Medine(trc. Guillemin-Vau-douj, Paris 1959; a.mlf., Peygamber ve Devlet Adamı tiz. Muhammed (trc. Ünal Çağlar), İstanbul 2001; Hamîdullah, Hz. Peygamberin Savaşları oe Sauaş Meydar\tarı{trc Salih Tuğ), İstanbul 1962; a.mlf., el-Veşâ’İku’s-siyasİyye, Beyrut 1389/1969; a.mlf., İslam’ın Doğuşu (trc. Murat Çiftkayaj, İstanbul 2002; a.mlf.. İslam Peygamberime. Salih Tuğ), İstanbul 1424/2003,1-II; a.mlf.. “Hicret Takvimi ve Nesi Meseleleri ile Hicrî ve Gregorien Takvimleri için Yeni bir Kon-kordans (Tekabül Cedveli) Denemesi”, a.e., II, 1171-1191; a.mlf., “Hz. Peygamberin İslâm Öncesi Seyahatleri” (trc. Abdullah Aydınlı), İÎFD, sy. 4(1980), s. 327-342; Mustafa Fayda, İslâmiyet’in Güney Arabistan ‘a Yayılışı, Ankara 1982, s. 23-134; a.mlf.. Allah’ın Kılıcı Halid Bin Ve-iid, İstanbul 1992, s. 69, 99-239; a.mlf.. “Hz. Peygamber’in Müşrik Araplara Karşı Siyasetinin Son Safhası”, EbediRisalet, İzmir 1993, I, 121-126; Koksal. İslâm Tarihi (Mekke), I-VH, tür.yer.; a.e. (Medine), l-XI, tür.yer.; Gülgûn Uyar, Hz. Muhammed’in Rİsâlet Öncesi Hayatına Dair Bazı Rivayet Farklarının Tesbİti (yüksek lisans tezi, 1993). Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü; Ahmet Sezikİi, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Ankara 1994, tür.yer.; Mehmet Apaydın, Resûlullah’ın Günlüğü, İstanbul 1995; Martin Lings. Hz. Muhammed’in Hayatı (trc. Nazile Şişman). İstanbul 1998; Serdar Öz-demir, Hz. Peygamberin Seriyyeieh, İstanbul 2001; M. Abdülhay e!-Kettânî. Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtİbu’l-İdariyye[trc. Ahmet özel), İstanbul 2003, I-II; İmadüddİn Halil, Muhammed Aleyhîsselam (trc. ismail Hakkı Sezer), İstanbul 2003; İbrahim Sarıçam. Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003; Kasım Şulul. İlk Kaynaklara GöreHz. Peygamber Devri Kronolojisi, İstanbul 2003; Mustafa S. Küçükaşcı. Cahİiiye’den Emeoîler’ln Sonuna Kadar Haremeyn, İstanbul 2003, tiir.yer.; Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in Savaşları (doktora tezi, 2005), Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü; Bünyamin Emi. “Hz. Peygamber’in Risalet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım”, Diyanetilmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) -Özel Sayı, Ankara 2000. s. 33-66; Mehmet İpşirli. “Elçi”, DİA, XI, 3-4.
II. Şahsiyeti
A) İsimleri.
Hz. Peygamber kendine has beş adının bulunduğunu, bunların Muhammed, Ahmed, Mâhî, Haşir ve Âkıb olduğunu, bu isimlerin daha önce kullanılmadığını söylemiştir [153] Muhammed, Resûl-i Ekrem’in en çok bilinen adı olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de. “Muhammed ancak bir peygamberdir [154] “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.[155] “Rableri tarafından hak olarak Muhammed’e indirilene inananların günahlarını Allah bağışlamıştır” [156]“Muhammed Allah’ın elçisidir [157] mealindeki âyetlerde geçen bu isim aynı zamanda kırk yedinci sûrenin adıdır. Hz. Peygamber’in en çok kullanılan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu isim de “hamd” kökünden türemiş olup “Allah’ı herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” mânalarına gelmektedir. Ahmed ismi Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde geçmekte ve burada, Hz. îsâ’nın İsrâiloğulla-n’na kendisinden sonra gelecek Ahmed adındaki peygamberi müjdelediği belirtilmektedir.[158] Yuhanna İnci-li’ndeki Parakletos kelimesiyle de bu adın kastedildiği ifade edilmektedir.[159] Mâhî ismi küfrün onun eliyle yok edileceğini, Haşir kıyamet gününde insanların onun ardından giderek haşro-lacağını, Âkıb da kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini bildirmektedir. Resûlullah’ın yine kendi isimlerinden olduğunu söylediği diğer adlar
arasında “nebiyyü’l-melhame” kendisi için savaşın meşru kılındığı peygamber [160] Mukaffî son peygamber, “nebiyyü’t-tevbe”ve”nebiyyü’r-rahme” (tövbe etmeyi ve merhametli olmayı insanlara öğreten) [161] bulunmaktadır. Hadislerde Resûl-i Ekrem’in daha başka adlarından bahsedilmesi, yukarıdaki beş İsmin sadece ona has olduğunu [162] öteki isimlerinin diğer peygamberlere de verilebildiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in yaygın adlarından biri de Mustafâ olup “seçilmiş” anlamında bir sıfattır. Bir hadiste, “Allah Teâlâ, İbrahim’in çocuklarından İsmail’i seçti: İsmail’in çocuklarından Kinâneoğullarf-nı, Kİnâneoğulları’ndan Kureyş’i. Kureyş’-ten Hâşimoğullan’nı ve Hâşimoğullan’n-dan da beni seçti” [163] bir diğerinde, “Ben son peygamberim (âkıb), ben seçilmiş (mustafâ) nebîyim [164] denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de Resûl-i Ekrem için “müzekkir [165] “beşîr [166] “şâ-hid, mübeşşir, nezîr, dâî ilallah, sirâc [167] ve “rahmet [168] gibi isimler de zikredilmektedir. Abdullah b. Selâm, Tevrat’ta Allah’ın ona verdiği adlardan birinin “mütevekkil” olduğunu söylemektedir.[169] Bu konuda müstakil eserler kaleme alınmış olup Hz. Peygamber’in 300’ü aşkın adı ve sıfatı hakkında bilgi verilmiştir.
B) Şemaili ve Üstünlükleri (Hasâis).
Resûl-i Ekrem’in ilk bakışta İnsana güven veren bir görünümü olduğu belirtilmektedir. Nitekim Medine’ye hicret ettiği zaman onu ziyaret edip ilkdefa gören yahu-di âlimi Abdullah b. Selâm bu yüzün sahibinin yalancı olamayacağını söylemiştir.[170] Hz. Peygamber’in güzelliği kendisini görenleri etkilerdi. Onu tasvir etmek isteyen sahâbîler yüzünü aya, güneşe benzetmişler ve on dördüncü gecesindeki aydan daha güzel olduğunu ifade etmişlerdir.[171]
Resûl-i Ekrem’in şemailini onun en yakınında bulunanlardan Hz. Ali, Enes b. Mâlik, Berâ b.Âzib gibi sahâbîler tasvir etmiştir. Bunlar arasında Resûlullah’ın terbiyesi altında yetişen üvey oğlu Hind b. Ebû Hâle’nin tasviri meşhurdur. Hind’in belirttiğine göre Allah’ın elçisi iri yapılı ve heybetliydi. Yüzü ayın on dördü gibi parlaktı. Uzuna yakın orta boylu, büyükçe başlı, saçları hafif dalgalıydı. Saçı bazan kulak memesini geçerdi. Rengi nûrânî beyaz, alnı açık, kaşları hilâl gibi ince ve sıktı. Burnu ince, hafifçe kavisliydi. Sakalı sık ve gür, yanakları düzdü. Bütün organları birbiriyle uyumlu olup ne zayıf ne de şişmandı. Göğsü ile iki omuzunun arası genişçe, mafsalları kalmcaydı. Bilekleri uzun, avucu genişti. Yürürken ayaklarını yere sert vurmaz, sakin fakat hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman daha çok yere doğru bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selâm verirdi.[172]
Kur’ân-ı Kerîm’deve hadislerde dünya ve âhirette sadece Hz. Peygamberce ve onun ümmetine bazı meziyetlerin verileceği belirtilmektedir. Bu özel durum Resûl-i Ekrem’in diğer peygamberlerden, insanlardan ve hatta meleklerden üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Allah Teâ-lâ’nın bütün peygamberlerden Resûl-İ Ekrem’e inanmaları ve kendisine yardım etmeleri için söz alması [173] onu bütün varlıklara peygamber gönderip rahmet vesilesi kılması [174] kendisini son peygamber olarak gönderip dini onunla tamamlaması [175] varlığının sadece inananların değil inanmayanların da dünyada ilâhî azapla yok olup gitmesine engel olması [176] Allah’ın insanlar içinde sadece onun adına yemin etmesi [177] diğer peygamberlere adlarıyla hitapta bulunurken ona “nebi” ve “resul” diye yüceltici bir üslûpla hitap etmesi [178] sahâbîlerin ona birbirlerine seslenir gibi seslenmelerine izin vermemesi [179] onun bütün günahlarını bağışlaması [180]kıyamete kadar değişmeyecek olan Kur’ân-ı Kerîm’i ona vermesi [181] kendisini isrâ ve mi’rac ile şereflendirmesi [182] âhirette en yüksek derece olan vesîle, fazîle ve makâmı mah-mûdu, ümmetini âhiret sıkıntılarından kurtaracak olan şefaati sadece ona lütfetmesi kendisine olan üstün muhabbetini ve ona verdiği şerefi göstermektedir. Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’in ümmetini en hayırlı ümmet kabul etmiştir.[183] Ümmetine ganimetler helâl, yeryüzü temiz ve mescid kılınmış [184] din konusunda kendilerine zorluk ve güçlük yüklenmemiş [185] en hayırlı gün olan cuma özellikle onlara tahsis edilmiş [186] yaptıkları az işe çok sevap verilmiş [187] gönüllerinden geçen kötü düşünceler bağışlanmış [188] yeryüzünün şahitleri sayılmış [189] ve namazda bağladıkları saflar meleklerin safları gibi değerli kabul edilmiştir.[190]
C) Ahlâkı.
Hz. Peygamber kıyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranışlarından ders alınacak bir rehber olarak gönderildiği için [191] hayatın her yönünü kapsayan üstün bir ahlâkla donatılmıştır.[192] Devlet başkanlığından aile reisliğine kadar her sahada üstün bir ahlâk ortaya koymuştur. İlâhî destek ve denetim altında bulunduğu ve gerektiğinde rabbi-nin yardımını gördüğü halde sıradan bir insan gibi hayatın bütün zorluklarını yaşamıştır. Onun bütün hayatı kucaklayan bu tabii yaşama biçimi, ahlâkının her devirde birbirinden farklı insanlar tarafından örnek alınabileceği inancını güçlendirmiştir.
Hz. Âişe, Resûlullah’ın ahlâkının Kur-‘an’dan ibaret olduğunu belirtmiş [193] Hz. Peygamberde Cenâb-ı Hak tarafından en güzel şekilde eğitildiğini ifade etmiştir.[194] Resûl-i Ekrem güzel ahlâk üzerinde özellikle durmuş, ahlâkî erdemleri tamamlamak için gönderildiğini söylemiş [195] ve yüzünü güzel yarattığı gibi huyunu da güzelleştirmesi için Allah’a dua etmiş [196] mükemmel imanın güzel ahlâklı olmakla sağlanabileceğini bildirmiştir.[197] Onun başkalarına tavsiye ettiği ahlâk ilkelerini hayatı boyunca uygulaması [198] bu ilkelerin daha çok benimsenmesini sağlamıştır.
Hz. Peygamber’in insanları kendisine hayran bırakan özelliklerinden biri de herkese değer vermesi ve hiçbir şekilde nezaketi ihmal etmemesidir. Gördüğü insanlara ayırım yapmadan önce o selâm verir, erkeklerle tokalaşır, muhatabı elini bırakmadıkça o da bırakmazdı. Karşısındakine bütün vücuduyla dönerek konuşur ve muhatabı yüzünü çevirmedikçe Resûl-i Ekrem de çevirmezdi.[199] İnsanlara güzel söz söyler, guleryüz gösterir ve böyle davranmanın sevap olduğunu söylerdi.[200] İki şeyden birini yapmakta serbest bırakıldığında kolay olanı tercih ederdi.[201] Kendisi binek üzerindeyken yanında bir başkasının yaya yürümesinden rahatsızlık duyardı.[202] Kendisini evlerine davet edenleri kırmaz ve gönüllerinin hoş olması için orada nafile namaz kılardı. Birinin yanlış bir davranışını veya uygun olmayan kıyafetini gördüğü zaman utandırmamak için ona hatasını söylemez, bu uyarıyı başkalarının yapmasını tercih ederdi.[203] Ağzından çirkin söz çıkmaz, ahlâkı güzel olanın hayırlı insan olduğunu söylerdi.[204] Hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, şahsına yapılan haksızlıktan dolayı intikam almamıştır.[205] On yıl boyunca hizmetinde bulunan Enes b. Mâ-lik’e bir defa bile kızmamış, yaptığı bir hata yüzünden onu azarlamamıştır.[206] Son derece edepliydi ve hayanın imandan olduğunu söylerdi. Bir şeyden hoşlanmadığının ancak yüzünden anlaşıldığı, hanımların bazı özel hallerine dair sordukları sorulara cevap verirken oldukça zorlandığı belirtilmektedir.[207]
Hz. Âişe, Resûl-i Ekrem’in ahlâkından söz ederken onun kötülüğe kötülükle karşılık vermediğini, insanları bağışlayıp kusurlarını görmezden geldiğini söyler.[208] Görgüsüz bedevilerin kaba davranışlarına rağmen bu davranışlar karşısında gülümsemekle yetinirdi.[209] Ganimet dağıtırken kendisine âdil davranamadığını söyleyen bir kimsenin saygısızlığına kızmakla beraber Hz. Mûsâ’nın daha ağır hakaretlere sabrettiğini belirterek tahammül göstermiş [210] Hu-neyn Gazvesi’nden dönerken ganimetleri bir an önce taksim etmesini isteyen be-devî Araplar’a kendisinin cimri olmadığını, elinde sayılamayacak kadar çok mal bulunsa bile hepsini kendilerine paylaştıracağını ifade etmiştir.[211] Bir yolculukta mola verildiğinde Resûl-i Ekrem’in ağaca asılı kılıcını alarak, “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diyen bir bedeviye, “Allah kurtaracak” diye cevap vermiş, bu cevabın şaşkınlığıyla kılıcını elinden düşüren bu şahsa, “Ya şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diye sorduktan sonra kendisini serbest bırakmıştır.[212] Kötü isim yapmış biri dahi ziyaretine geldiğinde onu huzuruna kabul eder, kendisine guleryüz gösterip ikramda bulunurdu.[213]
Resûlullah, şahsına yapılan kabalıkları ve kusurları anlayışla karşılamakla birlikte tavsiye ettiği ibadetlerle yetinmeyip daha fazla ibadet yapmaya kalkışanları veya yapılmasında sakınca görmediği davranışlardan sakınmaya çalışanları hoş görmezdi. Onların. “Biz senin gibi değiliz: Allah senin bütün günahlarını bağışlamıştır” demelerine öfkelenir ve Allah’tan en çok korkan ve O’nu en iyi bilenin kendisi olduğunu söylerdi.[214] Verdiği hükme itiraz edenlere, gereksiz soru soranlara ve âyetler üzerinde ihtilâfa düşenlere öfkelenirdi.[215]
Resûl-i Ekrem müslümanlara karşı çok merhametliydi. Yaptığı bazı nafile ibadetleri onların da coşkuyla ifa ettiğini görünce bunların farz kılınabileceğini ve sonuçta müslümanların zor durumda kalacağını düşünerek bu tür ibadetleri yapmaktan vazgeçerdi.[216] Çocuklara da sonsuz bir şefkat gösterirdi; onları kucaklayıp öper, bağrına basardı.[217] Duada bulunması için kucağına verilen bebeklerin üstünü kirletmesini önemsemez [218] kız ve erkek torunlarını omuzuna alıp mescide gider, hatta onlar omuzunda iken namaz kılardı.[219] Namaz sırasında ağlayan bir çocuğun sesini duyunca namazı çabuk kıldırırdı.[220] Kadınların hiçbir şekilde incitilmesini istemezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de onun müminlere olan düşkünlüğünden, şefkat ve merhametinden söz edilmiş, müslümanların sıkıntıya uğramasının onu çok üzdüğü bildirilmiştir.[221]
Hz. Peygamber son derece cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman ona çok ihtiyacı da olsa verirdi. Bir defasında yamaçta yayılan koyun sürüsünü görüp birkaç koyun isteyen bedeviye bütün sürüyü vermişti.[222] Bir hanımın kendisi için dokuduğu bir kumaşı onun üzerinde görerek isteyen sahâbîye hemen çıkarıp hediye etmişti [223] Sahâbî-lerin belirttiğine göre özellikle ramazan aylarında “yağmur yüklü rüzgâr”dan daha cömert olurdu.[224] Yardıma ihtiyacı bulunan herkesin yardımına koşar, yetimlerle ilgilenilmesini teşvik eder. du! kadınlara ve yoksullara yardım edenlerin Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap kazanacağını söylerdi. Kölelerin bir emanet olduğunu ifade ederek köle sahiplerinin yediklerinden onlara da yedirmesi, giydiklerinden giydirmesi gerektiğini belirtir ve güçlerinin yetmeyeceği işlerin onlara yaptırılmamasını İsterdi.[225] İlk vahiy sırasında duyduğu bazı endişeleri gidermek isteyen Hz. Hatice kendisine “Sen akrabanı koruyup gözetirsin, konuştuğun zaman dosdoğru konuşursun, işini görmekten âciz olanlara yardım edersin, fakirlerin eiinden tutarsın, misafiri ağırlarsın ve haksızlığa uğrayan kimselere arka çıkarsın” demişti.[226]
Düşmanları bile Resûl-i Ekrem’in üstün şahsiyetini övmek zorunda kalırdı. Ebû Süfyân, ticaret için gittiği Suriye’de Bizans İmparatoru Herakleios’un Peygamber hakkındaki sorularına cevap verirken onun en belirgin özelliklerinin doğruluk, iffet, ahde vefa ve emanete riayet olduğunu söylemişti.[227] Dürüstlüğüyle tanındığı için Kur’an’da da belirtildiği gibi İslâm karşıtları onu yalanlayamamış ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmeye yeltenmişlerdi.[228] Hz. Peygamber, toplumun hakları söz konusu olduğunda suçlu kim olursa olsun onu bağışlamaz, bu hususta kimsenin aracılığını kabul etmez, suçlu kendi çocuğu dahi olsa onu cezalandıracağını söylerdi.[229] İstemeden birinin canını yaktığında ona kısas yapma yetkisi tanırdı.[230] Resûl-i Ekrem’e ödünç deve veren bir bedevî devesini kaba bir üslûpla geri isteyince sahabîler ona haddini bildirmek için harekete geçmişler, fakat Hz. Peygamber, “Alacaklının konuşma hakkı vardır” diyerek onları teskin etmiş ve bedeviye daha iyi bir deve verilmesini söylemiştir.[231] İslâmiyet’e ve Resûlullah’m şahsına karşı ağır hakarette bulunanlar onun huzuruna çıkıp müslüman olduklarında canları teminat altına alınırdı.[232] Resûl-i Ekrem cesaretiyle de tanınmıştı. Bir gece Medine’de korkunç bir ses duyulmuş, birçok kimse baskına uğradıkları korkusuna kapılınca o kılıcını alıp bir ata binmiş, şehrin etrafını tek başına dolaşarak müslümanlara endişe edecek bir şey olmadığını haber vermişti.[233]
D) Günlük Hayatı ve İbadeti.
Hz. Peygamber Mekke’de Önce dedesinin, ardından amcasının himayesinde büyümüştü. Bir ara çobanlık yapmış ve ticaretle uğraşmış, nihayet zengin bir hanım olan Hz. Hatice ile evlenmişti. Medine’ye hicret ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer muhacirler gibi o da bir süre ensarın yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi’nden sonra nazil olan ve ganimetlerin beşte birinin Allah’a, resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu bildiren âyet [234] Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu belirlemiş oldu. Resûl-i Ekrem’e büyük hayranlık duyan, Uhud Gazvesi’nde Mekkeliler’e karşı onun yanında savaşan, bu savaşta ölmesi halinde Benî Nadîr arazisindeki hurma bahçelerinin tasarrufunu Resûlullah’a bıraktığını bildiren yahudi din âlimi, mühtedî sahâbî Muhayrîk en-Nadrî, Uhud Gazvesi’nde ölünce bahçelerinin geliri Resûl-i Ekrem’e kaldı. Mekke-liler’le gizli bir anlaşma yapan Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmesi üzerine Hz. Peygamber ailesinin yıllık geçimine yetecek kadar miktarı onların topraklarında yetişen ürünlerden almaya başladı.[235] “Fey” denilen bu tür gelirlere fethedilen yerlerden alınan bazı mallar, Hayber ve Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilâve edildi.
Böylece Medine’ye geldikten bir süre sonra maddî imkânlara kavuşan Resûl-i Ekrem malını müslümanların ihtiyaçlarına harcar, kendisi son derece mütevazi bir hayat sürerdi. Rızkının ailesine yetecek kadar olmasını ister, canı ve malı emniyette, vücudu sıhhatte, günlükyiyeceği yanında bulunan kimseyi bahtiyar sayardı.[236] Elde ettiği geliri hemen ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazan birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişme-diği olurdu. Kendisi ve ailesi buğday ekmeğini pek nâdir görür, çok defa arpa ekmeği yer, bununla bile iki gün arka arkaya karınlarını doyuramazlardı.[237] Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, daha önce bir yahudiye zırhını rehin bırakarak aldığı 30 ölçek arpadan geriye pek az bir şey kalmış, [238]tereke olarak da sadece bir katırla silâhı yanında sadaka olarak ayırdığı bir araziyi bırakmıştı.[239] Onun bu kadar sade yaşamasının sebebi dünyanın insanı cezbeden güzelliklerine değer vermemesiydi. Uhud dağı kadar altını olsa borcunu ödeyeceği miktarı ayırıp geri kalanı üç gün içinde dağıtacağını söylerdi.[240] Yatağının yüzü tabaklanmış deriden, içi de yumuşak hurma lifindendi.[241] Daha çok bir hasırın üzerinde yatar, hasırın vücudunda iz bırakması sahâbîlerini üzdüğü halde kendisi buna aldırmazdı.[242] Oturması için kendisine minder verildiğinde minderi bir başkasına verip yere oturmayı tercih ederdi.[243] Kendisini ashabından üstün görmez, onların yaptığı işi o da yapardı. Hendek Gazvesi’nde hendek kazılırken kendisi de çalışmış. Ku-bâ Mescidi ve Mescid-İ Nebevi inşa edilirken sırtında toprak ve kerpiç taşımıştı.[244]
Evinin, ailesinin işlerini kendi görür, bu konuda kimsenin yardımını kabul etmezdi. Evde bulunduğu saatlerde ev işlerine yardımcı olurdu.[245] Genç bir hanım olan Hz. Âişe’nin arkadaşlarıyla birlikte eğlenmesine, mescidde yapılan bazı gösterileri seyretmesine izin verirdi.[246] Önüne getirilen yemekte kusur aramazdı; hoşuna giderse yer, gitmezse yemezdi.[247] Yakınında bulunanlara ve komşularına karşı lütuf kârdı. İyi bir mümin olabilmek için komşularına iyi davranmak, onları rahatsız etmemek, kendisi için istediğini onlar için de istemek, komşusunun güvenini kazanmak, pişirdiğinden komşusuna ikram etmek gerektiğini söylerdi.[248]
Hz. Peygamber ibadet etmekten derin bir zevk alır. İslâmiyet’in temeli olan namaz, zekât, hac ve oruç gibi ibadetlere büyük önem verirdi.[249] Bazan ayaklan şişinceye kadar namaz kıldığı olurdu .[250] Bazan her namaz için abdest alır, bazan da bir abdestle birkaç namaz kılardı. Farzlardan önce veya sonra sünnet namazları kılar, sabah namazının sünnetine hepsinden fazla ihtimam gösterirdi.[251] Gecenin bir kısmında uyur ve dinlenir, özellikle son üçte birinde uyanıp doğrulur ve gökyüzüne bakarak ÂM İmrân sûresinin son on bir âyetini okur, ardından sonuncusu vitir olmak üzere dokuz, on bir veya on üç rek’at namaz kılardı.[252] Yoiculuk sırasında bineğinin üzerinde de nafile namaz kılardı. Ramazan ayının son on gününde mescid-de itikâfa çekilerek bütün vaktini İbadetle geçirirdi.[253]
Resûl-i Ekrem ramazan dışındaki oruçlarında bazan bir ay boyunca hiç oruç tutmayacağını düşündürecek kadar oruca ara verir, bazan da oruca hiç ara vermeyeceği sanılacak kadar uzun süre oruç tutardı; ancak şaban ayının tamamına yakınını oruçlu geçirirdi. Zaman zaman hiç iftar etmeden ardarda oruç tutar (savm-i visal), bu sırada kendisini Cenâb-ı Hakk’ın yedirip içireceğini söyler, ancak açlığa dayanamayacakları gerekçesiyle başkalarının bu şekilde oruç tutmasına izin vermezdi.[254] Zekâta tâbi olacak kadar bir maiı evinde iki üç günden fazla tutmadığı için hiçbir zaman zekât mükellefi olmadı. Hayatının son yılında Veda haccı diye bilinen İlk ve son haccını yaptı. Her yıl ramazan ayında Cebrail ile o güne kadar inen âyetleri birbirlerine okurlardı.[255] Resûl-i Ekrem her gün Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım sûrelerini, yatmadan önce Secde ve Mülk veya İsrâ ve Zümer sûrelerini okurdu.[256] Kendisi veya bir başkası rahatsızlandığı zaman ise Muavvizeteyn gibi bazı sûre ve âyetleri okurdu .[257]
Allah’ı her durumda anıp zikreden Hz. Peygamber’in [258] günlük dua ve zikirleri vardır. Her gün yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar ettiğini söyler, yerken ve içerken, evine girerken ve çıkarken, yatarken ve kalkarken, elbisesini değiştirirken çeşitli dualar okurdu. Dua etmek için belli bir zamanı seçmemekle beraber gündüz ve gecenin çeşitli saatlerinde, özellikle geceleyin ibadet etmek için kalktığında ve Baki’ Me-zarlığı’na gittiğinde uzun uzun dua ederdi.[259]
Resûl-i Ekrem’in ibadetleri ölçülüydü. Ashabına güçlerinin yettiği kadar ibadet yapmayı tavsiye eder, Allah katında en değerli ibadetin az da olsa devamlı yapılanı olduğunu söylerdi.[260] Bir gecede Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek, sabaha kadar namaz kılmak, ramazan dışında bütün bir ay oruç tutmak gibi bir âdeti yoktu [261] Hz. Peygamber’in ne kadar ibadet ettiğini onun eşlerinden sorup öğrenen üç sahâbî günahları bağışlandığı için onun ibadette aşırıya gitmediğini, kendilerinin ise daha çok İbadet etmeleri gerektiğini düşünmüş, biri hayatı boyunca bütün gece namaz kılacağını, diğeri her gün oruç tutacağını, bir diğeri de ibadetini kesintiye uğratmamak için evlenmeyeceğini söylemişti. Resûl-i Ekrem onlara Allah’tan en çok korkan ve O’na en üstün saygıyı besleyenin kendisi olduğunu, bununla beraber bazan oruç tutup bazan tutmadığını, hem namaz kıldığını hem uyuduğunu, kadınlarla da evlendiğini söyleyerek verdikleri kararın yanlış olduğunu bildirmişti.[262] Genç sahâbî Abdullah b. Amr b. Âs’ı eşini bile ihmal edecek derecede ibadete düşkünlüğünden dolayı uyarmış, ona vücudunun, gözünün, ailesinin ve misafirlerinin de kendisi üzerinde hakkı olduğunu hatırlatarak bazan oruç tutup bazan tutmamasını, bazan namaz kılıp bazan uyumasını tavsiye etmişti.[263]
E) Eşleri ve Çocukları.
Resül-İ Ekrem’in ikisi câriye (Mâriye ve Reyhâne) olmak üzere değişik zamanlarda on iki hanımı oldu. Hatice. Zeyneb ve Reyhâne kendisinden önce vefat etti. Hz. Hatice, Resû-lullah’ın ilk eşi ve İbrahim dışındaki bütün çocuklarının annesidir. Resûlullah’a ilk inanan kadın olması ve İslâmiyet uğrunda bütün servetini ortaya koyarak Allah’ın elçisini desteklemesi onun en Önde gelen özellikleridir. Hatice’nin vefatından sonra Hz. Peygamber ilk müslümanlardan beş çocuk annesi Şevde bint Zern’a ile evlendi ve üç yıl boyunca sadece onunla evli kaldı. Şevde Resûl-i Ekrem’den beş hadis rivayet etmiştir. Resûlullah’ın bakire olarak aldığı tek eşi hicretin 2. yılında evlendiği Hz. Aişe’dir. Âişe, ensâb ilmini ve Arap edebiyatını iyi bilen Hz. Ebû Bekir’in kızı olarak ilim ve kültür atmosferinde yetişti, müminlerin anneleri sayılan Peygamber eşleri arasında onun Özel hayatının bilinmesine en büyük katkıyı sağladı ve en çok hadis rivayet eden yedi sahâbî arasında yer aldı. Resûl-i Ekrem, hicretin 3. yılında (625) Hz. Ömer’in yirmi yaşında dul kalan kızı Hafsa ile evlendi. Hafsa Resûl-i Ekrem’den altmış hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl Zeyneb bint Huzeyme ile evlendi. Üç (veya sekiz) ay sonra vefat eden Zeyneb hadis rivayet etmemiştir. Ertesi yıl Habeşistan muhacirlerinden yaşlıca bir hanım olan Ümmü Seleme’yi nikahladı. İlim bakımından Hz. Âişe’den sonra gelen ve hanımlarından en son vefat eden Ümmü Seleme 378 hadis rivayet etmiştir. Resûl-i Ekrem, hicretin 5. yılında (627) yapılan Benî Mustalik Gazvesi’nde esir düşen ve savaşta kocası ölen Cüveyriye bint Hâris’in fidyesini ödedikten sonra ona evlenme teklif etti ve kabilelerine mensup bir hanımın Resûlullah ile evlenmesi onların İslâmiyet’i benimsemesini sağladı. Cüveyriye yedi hadis rivayet etmiştir. Hz. Peygamber aynı yıl, kocası Zeyd b. Hârise1-den boşanan halasının kızı Zeyneb bint Cahş ile, “Onu sana nikahladık” âyetinin [264] işaretiyle evlendi. Zeyneb yirmi hadis rivayet etmiştir. Resûl-İ Ekrem’in, Benî Kureyza Gazvesi’nde [265] esir alınanlar arasında bulunan Reyhâne bintŞem’ûn’u câriye edindiği rivayeti yanında kendisini azat edip nikahladığı da kaydedilmektedir. Hicretin 7. yılında (628), ilk müslü-manlardan olup kocasıyla birlikte Habeşistan’a hicret eden, kocası orada hıristi-yan olunca gurbet elde kalan, Kureyş kabilesinin reisi Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe ile evlendi. O da Hz. Peygamber1-den altmış beş hadis rivayet etmiştir. Re-sûl-i Ekrem, daha sonra Hayber Gazve-si’nde esir alınan ve ikinci eşi bu savaşta ölen Safıyye bint Huyeyy’i nikâhı aitına aldı. Safiyye on hadis rivayet etmiştir. Aynı yıl, başından iki evlilik geçen Meymûne bint Haris ile evlendi. Meymûne yetmiş altı hadis rivayet etmiştir. Resûlullah vefat ettiğinde geride dokuz eşi kalmıştır [266] Onun nişanlanıp nikâh kıymaktan vazgeçtiği ve nikahladığı halde bazı sebeplerle beraber olamadığı bazı hanımlarla ilgili rivayetler de nakledilmektedir.[267]
Hayatının yaklaşık son on yılına kadar tek evli olarak yaşayan Hz. Peygamber’in bundan sonraki evliliklerinin her biri özel sebeplere dayanmaktadır. Bunları başlıca dört noktada toplamak mümkündür.
1. Dine son derece bağlı bazı müslüman hanımları kocaları ölüp dul kalmaları üzerine himaye etmek.
2. Araplar arasında evlilik konusunda yerleşmiş yanlış bazı âdetleri fiilî örnekle değiştirmek.
3. Bir kabileden veya aileden kız alarak bu yolla İslâm toplumunun kaynaşıp bütünleşmesini sağlamak.
4. Kadınları ilgilendiren bazı özel bilgileri hanımları vasıtasıyla diğer. Hz. Peygamber’in dördü erkek, dördü kız olmak üzere sekiz çocuğu olmuş, oğullarının sayısının üç olduğu da söylenmiştir. Peygamberlikten önce doğan ve kendisinin Ebü’l-Kâsım künyesiyle anılmasına sebep olan ilk oğlu ve ilk ölen çocuğu Kâsım’ın ne kadar yaşadığı konusunda ihtilâf vardır.[268] Onun ardından sırasıyla Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Külsûm ve Fâtıma doğdu. Oğulları Tay-yib ile Tâhir peygamberlikten önce vefat etti. Tayyib ile Tâhir’in iki ayrı çocuk değil Abdullah adlı bir oğlunun lakapları olduğu da rivayet edilmiştir.[269] Cariyesi Mâriye’den 8. yılda (630] doğan oğlu İbrahim on sekiz ay yaşadıktan sonra öldü. Resûl-i Ekrem’in soyu, kendisinden altı ay kadar sonra vefat eden küçük kızı Fâtıma’dan olma torunlarıyla devam etmiştir.
Bibliyografya :
el-Muuatta\”Nikâh”, 20, “Hüsnü’I-huluk”, 8; Müsned, 1, 403; II, 381; IV, 395, 404; VI, 25, 68, 155, 256; Dârimî, “Mukaddime”, 2, 10; Bu-hârî, “Cum’a”, 1, “Bed’ü’1-vahy”, 5, 7, “îmân”, 2,13, 22, 43,”Vudüs”,59, “Hayız”, 13,14,”Teyemmüm”, l,”Şalât”,a, 59, 106, “Ezan”, 14, 16, 65, “Ideyn”, 2, “Taksir”, 7-10, “Teheccüd”, 1,5, 10, 16, 20, 27,”Cenâ:’iz”,28, 32, “kare”, 11, “Şavm”, 20, 48-50, 52,53, 54-59, “İ’tikâf”. 1, MBüyûc”, 34, “Vekâlet”, 5, 6, “Müsâkât”, 6-8, “Hibe”, l,”Şehâdât”,6,”Şulh”, ll,”Veşâ-yâ”, 1, “Cihâd”, 24, 34, 82, 84, 89, 161, “Far-zü’1-humus”, 3, 5, 19, “Enbiyâ1”, 50, “Menâ-kıb”, 17, 23, “Fezâ’ilü aşiıâbi’n-nebî”, 18, “Me-nâkıbü’l-enşâr”, 20, “Meğazî”, 14, 23, 56,”Tefsir”, 3/17-20, 61/1, 33/7, “FeZâ’ilü’l-Kur^ân”, 7, “Nikâh”, 1, 80, “Nafakâf’, 1, 3, “Et’ime”, 21, “Libâs”, 18, “Edeb”, 24, 29, 31, 38, 39, 48, 61, 68,72, 77,81,90,95, “İstilân”, 30, “Daca-vât”,3,”Rikâk”, 17,18,20,”Eymân”, 15; Müslim, “îmân”, 71-75, 201, 252, 299, “Hayız”, 117, “Mesâcid”;3,4, “Müsâfırîn”, 69, 74, 78, 79, 94, 96, 105, 121, 139,143,215-221, 304, Sll/’Cum’a”, 17-22, “Cenâ’iz”, 60, “Zekât”, 31,”Şıyâm”, 55-61, 172-180,”Müsâkât”, 120, “Cİhâd”, 98, “Selâm”, 50, 51, “Fezâ’Ü”, 1,51, 77, 79, 109, 124, 125, 126, 127, 128, 138, “Birr”, 142, “‘İlim”, 2, “Zikir”, 42, “Zühd”, 22, 34, 36, 41; Ebû Dâvûd, “Tereccül”, 8, “Diyât”, 14, “Sünnet”, 15, “Edeb”, 1,4, 127, 128; Tir-mizî. “Şıfatü’l-kıyâme”, 42, 46, “Menâkıb”, 1, “Radâc”, 11, “Birr”, 28, 36,69, “Zühd”, 34, 38, 44, “Fezâ’İIü’l-Kur’ân”, 9, 21; ibn Mâce, “İkâme”, 174;Nesâî. “Kıyâmü’1-leyl”, n/’Cenâ’iz”, 103, “Tahrîrrr.g/lsti’âze”, l,”Kasâme”, 23, 24; İbn Sa’d. et,-Tabakât,!, 422; VIII, 52-140; Belâzürî, Ensâb, I, 405; Taberânî, et-Mu’cemü’l-/cebîr(nşr. Hamdî Abdtilmecîd es-Selefî), Musul 1404/1983, XXII, 155-156; İbn Fâris, Esmâ’ü Resûiillâh ve me’ânîhâ (nşr. Mâcld ez-Zehebî], Kuveyt 1409/1989; İbn Abdülber, d-/stftâ5(Bİ-câvî), IV, 1819; Beyhaki, Şu’abü’l-îmân (nşr. M. Saîd b. BesyûnîZağlûl), Beyrut 1410/1990, II, 154-155; Nevevî, es-S’tretü’n-nebeüiyye (nşr. Abdürraût Ali – Bessâm Abdülvehhâb el-Câbî], Dımaşk 1400/1980, s. 28-30, 32-33; Abdüimü’min b. Halef ed-Dimyâtî, Kitâbü Nisâ’İ Re-sülillâh şallallâhü ‘aleyhi ve sellem ve eulâ-dühû ue men sâlefehû min Kureyş ue hule-fâ’ihim ve ğayrihim (nşr. Fehmî Sa’d), Beyrut 1409/1989; Mizzî. Tehzîbü’l-Kemal, 1, 191; Zehebî, A’lâmü’n-nübeiâ’, II, 109-223. 227-269; Heysemî, Mecmatu’z-zeuâıid, Kahire 1407, VIII, 273-274; Süyûtî, er-Riyâzü’l-enîka fî şerhi esmâ’i hayri’l-hatîka (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1405/1985; Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî, Ezoâcil’n-Nebî (nşr. M. Nizâmed-din el-Füteyyih), Dımaşk 1413/1992, s. 31-33; Münâvî, Feyzil'{-kadir, I, 429; Şiblî Nu’mânî, islâm Tarihi: Asr-ı Saadet [trc. Ömer Rıza [Doğrul]), İstanbul 1347/1928, II, 842-1052; Tecrid Tercemesi, IX, 250-252; Ahmed eş-Şerebâsî, Ma’a esmâ’İ’l-Muştafâ, Kahire, ts. (Dârü’ş-şa’b); Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemaili, İstanbul 1997, s. 51-53, 65-67; Salih b. Abdullah b. Humeyd – Abdurrahman b. Muhammed b. Ab-durrahman b. Mellûh. MevsCı’atü Nadrati’n-na’tm, Cidde 1420/2000,1, 194,415-519, 589-593; Celâl Yeniçeri, Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi Hz. Muhammed ue Yaşadığı Hayat, İstanbul 1420/2000, s. 299-308; M. Ab-dülhay el-Kettânî. Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I, 576-577, 586-587, 602, 630; II, 150, 154; Asri Çubukçu, “Kasım”, DİA, XXIV, 538.
F) Hitabet ve Fesahati.
İnsanları irşad etmek üzere ilâhî vahyin tercümanı olarak gönderilen bir peygamberin içinden çıktığı toplumun dilini iyi bilmesi, güzel ve etkili konuşma yeteneğine sahip bulunması (fesahat ve belagat) peygamberliğin özelliklerinden sayılır. Nübüvvetle görevlendirilen ve Firavun’a tebliğde bulunması emredilen Hz. Musa’nın. “Sözlerimi iyi anlamaları için dilimdeki tutukluğu çöz” şeklindeki duası da [270] buna işaret eder. Peygamberlerin, hitap ettikleri toplumun önemsediği ilim ve sanatlarla desteklenmesi de etkili sayılmalarının bir gereği kabul edilmiştir. Nitekim büyünün revaçta olduğu bir topluma gönderilen Hz. Musa’ya “asâ” ve “yed-i beyzâ” mucizeleri, tıbba önem verilen bir dönemde görevlendirilen îsâ’ya tıpla ilgili mucizeler verilmiştir. Hz. Muhammed’in tebliğine ilk muhatap olan Arap toplumu şiir ve hitabette, belagat ve fesahatte altın çağını yaşıyordu. Yılın belli mevsimlerinde kurulan panayırlarda şiir ve hitabet yarışmaları düzenleniyor, birinci gelen metinler ödüllendirilerek en kutsal mekân kabul edilen Kabe’nin duvarına asılıyordu. Şairler ve hatipler toplumda kabile reislerinin arkasından yüksek bir mevkiye sahipti. Bu sebeple Hz. Muhammed’in böyle bir topluma peygamber olarak gönderilmesi, Arap dilini mükemmel kullanmasını ve etkili hitabet yeteneğine sahip bulunmasını gerektiriyordu. Bazı âyet ve hadisler, Resûl-i Ekrem’in üstün hitabet yeteneğinin ona Allah tarafından verildiğine işaret etmektedir. Necm sûresinde (53/3-6) Peygam-ber’in kendi arzusuna göre konuşmadığı, bütün tebliğlerinin ilâhî vahye dayandığı, bu konuda kendisini Cebrail’in eğittiği belirtilir. İslâm âlimlerinin örfünde Kur’an’a namazda okunduğu için “vahy-i metlüv”, hadislere de “vahy-i gayr-i met-lüv” denilmiştir. Resûlullah’ın sözlerinin edebî niteliği hakkında, “lafız azlığı ile anlatım güzelliğini, mehabetle halâveti, harf sayısı azlığı ile anlam zenginliğini birleştirmiş, nâdir kullanılan kelimelerle sokak tabirlerinden ve yapmacıklıktan arınmış tabii bir kelâm” değerlendirmesi yapılmıştır.[271] Hz. Peygamber hitabetinin mükemmel olmasına karşılık şiirle ilgilenmemiştir. Tebliğ görevi sırasında okuduğu âyetlerin edebî üstünlüğünden etkilenen müşriklerin onun bir şair olabileceğini söylemeleri üzerine Kur’ân-ı Kerîm bu iddiayı reddetmiş [272] kendisine şiirin öğretil-mediği ve esasen bunun gerekli olmadığı ifade edilmiştir.[273]
Resûl-i Ekrem’in Arapça’nın farklı lehçelerini de anladığı, zaman zaman bu lehçelerle sorulan sorulara cevap verdiği bilinmektedir. Genellikle onun örnek ahlakıyla ilişkilendirilen “Beni rabbim terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı” mealindeki hadis [274] Hz. Peygamber’in Arapça’nın çeşitli lehçelerine dair bilgisine sahabenin hayret etmeleri üzerine buna cevap bağlamında söylendiğinden, ayrıca “dili düzgün ve güzel konuşma âdabının öğretilmesi” anlamına da gelen “te’dîb” kelimesinin kullanılmasından dolayı Resûlullah’ın Arapça’yı mükemmel bir şekilde konuşmasının ilâhî bir eğitimden kaynaklandığını vurgulamış olması bağlama daha uygun görünmektedir.
Nübüvvetle görevlendirilince kendisine özdeyişler ve nihaî gerçekleri ifade etme yeteneği [275] verildiğini belirtmesi [276] üstün hitabetin onun nübüvvetinin bir gereği olduğunu göstermektedir. Bilhassa “cevâmiu’l-kelim” türü hadisler-deki güzelliğin ve tesirin temel sebebi az sözle zengin mâna ifade etmektir. Uzun hadislerde de cümleler i’câz vasfını taşımakta olup gereksiz kelime ve ifadelerden arındırılmıştır. İslâmî hayatı kısaca özetleyen, “İnandım de, sonra dürüstlükten ayrılma [277] “Utanmıyorsan dilediğini yapabilirsin [278]“Anlatımın öylesi vardır ki büyü tesirine sahiptir [279] mealindeki hadisler bu konudaki örneklerden bazılarıdır. Cevâmiu’l-kelim türü hadislerin birçoğu kısa, özlü ve çarpıcı sözler olduğundan müslüman-lar arasında yayılarak mesel halini almıştır. Bunlar literatürde “emsâlü’l-hadîs” adı verilen hadislerin ikinci grubunu oluşturur. Abdullah b. Amr b. Âs’ın Resûlul-lah’tan öğrenip ezberlediğini söylediği 1000 kadar meselin [280] çoğunu bu tür hadisler teşkil eder. Allah Te-âlâ’nın Peygamber’i vasıtasıyla gönderdiği ilim ve hidayeti toprağa düşen bol yağmurla, bundan yararlanan ve yararlanmayan insanları da verimli ve killi, kaygan toprakla temsil eden hadis de [281] hadis mesellerinin birinci grubuna ait en güzel Örneklerdendir.[282]
Hz. Peygamber, kendisi Arap dilini güzel konuştuğu gibi ashabını da düzgün konuşmaya teşvik eder, ifade hatalarını düzeltir, insanın güzelliğinin di! ve ifadesinde olduğunu söylerdi. Doğru bulmadığı kelimeleri ve özel isimleri değiştirdiği gibi bazı kelimelerin anlamını da değiştirmiştir.[283] Birçok tabiri Arapça’ya ilk kazandıran odur.[284] Resûl-i Ekrem hitap ettiği kişilerin akıl ve kültür düzeyine uygun ifadeler kullanır, ashabının da böyle yapmasını isterdi. Genellikle az ve Öz konuşur, bunu dinleyicilerin istekli olduğu zamanlarda ve namaz gibi ibadetlerden önce veya sonrayapardı.[285] Gereksiz veya abartılı konuşmaları, kâhin secileri gibi yapmacık sözleri eleştirirdi.[286] Ayrıca mânayı boğan, anlatılmak isteneni muğlak hale getiren, kafiye ve seci adına az bilinen kelimeleri kullanan, içi boş kelimelerle insanları etkilemeye çalışan kâhinleri tenkit etmiştir.[287] Böylece Resûlullah, nesri sanat simgesi kabul edi-legelen secinin tekellüfünden kurtarmak, seciyi tabii sınırlarına çekmek suretiyle Arap edebiyatında önemli bir değişiklik yapmıştır. Söz sanatının temel özelliklerinden biri de hatibin edebî zevke, hassas bir kulağa sahip oluşunun belirtisi sayılan üslûptaki âhenktir. Ahenk kelime, cümle veya kelâmda olabilir. Hz. Peygamber’in hadislerinde bu türden birçok örnek bulunmaktadır.
Samimi bir eda ile konuşan Resûl-i Ekrem harfleri ve kelimeleri tane tane ve sükûnetle telaffuz eder,[288] bazan anlaşılmadığını farkettiği veya önemini vurgulamak istediği yerleri üç defa tekrarlar [289] duruma ve ihtiyaca elverişli kelimeleri özenle seçerdi. Eleştirilerinde belli kişileri hedef almadan genel ifadeler kullanırdı. Konuşmalarını sevgi, şefkat ve merhamet dolu bir gönül [290] sevecen ve mütebessim bir çehre ile yapardı. Ses tonunu dinleyicilerin durumuna göre ayarlar ve konuşmasını hareketleriyle etkileyici hale getirirdi.[291]
Hitabelerde soru-cevap tarzının ilk defa Hz. Peygamber tarafından uygulandığı kaydedilmektedir. Önemli ya da anlaşılması zor meselelerde konuşmalarına soru sorarak başlardı; bu aynı zamanda diyaloga zemin hazırlayan bir yöntemdi. Rivayete göre Resûl-i Ekrem bir gün, “Müflis kimdir, bilir misiniz?” diye sormuş, ashap, “Bize göre müflis parası ve malı tükenen kimsedir” şeklinde cevap vermiş, bunun üzerine Resûlullah şöyle demiştir: “Ümmetimin müflisi kıyamet gününde namazı, orucu ve zekâtı İle gelen, fakat buna sövmüş, şuna iftira etmiş, onun malını yemiş, Öbürünün kanım dökmüş, diğerini dövmüş olan kimsedir. Sonunda sevaplarından şuna buna dağıtılır. Eğer sevapları borcunu ödemeden tükenirse alacaklılarının günahlarından alınıp ona yüklenir ve neticede ateşe atılır.[292] Onun sözlerinde çeşitli diyalog şekilleri görülmektedir. İlk anda ga-ripsenebilecek bir fikir ortaya atarak söze başlamasının örneklerinden biri şudur: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” Birinin, “Yâ Resûlel-lah, mazlum olduğunda ona yardım edeyim, ancak zalim ise nasıl yardım edebilirim?” demesi üzerine şu cevabı vermiştir: “Zulmetmesini engellersin, bu da ona bir yardım sayılır”.[293]
Resûlullah’ın Necran’dan gelen bir heyetle Hz. îsâ hakkında yaptığı tartışma gibi bazı konuşmaları münazara şeklinde olmuştur.[294] Hitabelerini zaman zaman âyet, Arap şairlerinin beyitleri, temsil ve edebî sanatlarla süslemiştir [295] Hakka davet, iyiye teşvik, kötülüğü engelleme, hidayet, ilim, tövbe, sevgi, şefkat ve toplumsal sorumluluk bilinci gibi soyut kavramlar Hz. Peygamber’in hadislerinde temsilî teşbih formunda işlenmiştir.
Şiiri besleyen kaynak ve güzelliğini sağlayan unsur hayaldir. Şiir vasfından uzak bulunan hadislerin üslûbunda ise gerçekçilik, kapsayıcılık ve incelik hâkimdir. Bununla birlikte hadisler teşbih, temsil ve tasvirle ilişkili bulunan hususlarda hayale de yer verir; bu tür hadislerde insan, hayvan ve ayrıca soyut değerlerle ilgili somut tasvirler bulunur. Tasvirin en önemli aracı teşbih ve temsildir. Aşağıdaki hadis buna örnek teşkil eder: “Cimri ile cömerdin hali şu iki adamın durumuna benzer: İkisinin de üzerinde göğüslerinden köprücük kemiklerine kadar uzanan çelik zırh vardır. Cömert olan kişi her sadaka verişinde zırhı genişleyerek vücudunu kaplar, parmaklarını örter, hatta yerde sürünen zırh ayak izlerini siler. Cimri de sadaka vermeye niyetlendikçe zırhının halkaları bedenini sıkar, adam bunları genişletmeye çalışsa da halkalar genişlemez.[296] Hadislerdeki temsilî teşbihlerin birçoğunda soyut değerler hikâye, anekdot ve kıssalarla temsil edilerek anlatım daha canlı hale getirilir. Allah’ın, kulunun tövbesi karşısında duyduğu sevinç şu şekilde tasvir edilmektedir: “Allah, kendisine dönüş yapan kulunun tövbesine içinizden birinizin en üst düzeydeki sevincinden daha çok sevinir. Bir kişi çölde giderken üzerinde yiyecek ve içeceği bulunan bineği elinden kurtulup kaçar. Fakat ümidini keserek bir ağacın gölgesinde yattığı sırada birden onu baş ucunda dikilmiş bulur. Hemen yularından yapışır ve aşırı sevincinden dolayı yanıla-rak, ‘Allahım! Sen benim kulumsun, ben de senin rabbinim’ der.[297]
Hz. Peygamber’in kısa teşbihleri de özgün olup daha önce hiçbir Arap şairi ve hatibi tarafından dile getirilmemiştir: “Mümin müminin aynasıdır”; “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir”; “Hayra vesile olan onu yapan gibidir.” Resûlullah’ın bazı benzetmeleri Kur’an’dan mülhem olup oradaki teşbihlerin tefsiri konumundadır: “Sevgi, şefkat ve merhametle kaynaşma ve dayanışmada müminlerin durumu taşları birbirine kenetlenip kaynaşmış olan bir bina gibidir” ternsiü Saf süresindeki âyetten (61/4) mülhemdir.[298] Hadislerde, Kur’an’da olduğu gibi cinsel meselelerin edep ve nezahet dahilinde anlatımında kullanılan kinaye üslubuyla irad edilmiş tasvir örnekleri de mevcuttur: “Bir Kadının peçesini açan erkeğe onun mehrini ödemesi vacip olur” mealindeki hadiste [299] cinsel ilişki peçe açma kinayesiyle anlatılmıştır. Bir saha-bi hakkında söylediği, “Sopayı omuzun-dan bırakmaz” sözünde [300] sıkça yolculuk yapmanın veya daha kuvvetli rivayete göre çok dayak atmanın [301] kinaye üslûbu ile anlatımıdır.
Resûl-i Ekrem dinleyicilerini bıktırm-maya âzami özen gösterir, ashabından da aynı şekilde davranmalarını İsterdi. Bu sebeple konuşma ve hutbelerinin çoğu kısa ve özlü cümlelerden teşekkül ederdi. Onun bir kısım konuşmaları bazı âyetlerle kısa sûreleri okumaktan ibaretti; özellikle bayram ve cuma hutbelerinde bazan sadece Kâf ve Kamer sûrelerini okurdu.[302]
Hitabelerde yüksekçe bir yere çıkma, konuşma esnasında elde asâ, yay ve kılıç bulundurma gibi âdetler Câhiliye döneminden kalmıştır. Hz. Peygamber, Mekke’de Safa tepesindeki ilk konuşmasını bir kayanın üstünde yapmış, Medine döneminin ilk yıllarında hitabelerini Mes-cid-i Nebevfde bir hurma kütüğü, daha sonra üç basamaklı bir minber üzerinde irad etmiştir.[303] Medine dışındaki konuşmalarını ise uygun bir yüksekliğe, deve üzerine [304] Kabe’nin basamaklarına çıkarak [305] savaş esnasındaki cuma hutbelerinde elinde yay [306] barış zamanlarında da asâ [307] tutarak icra ederdi.
Hz. Peygamber’in hitabeleri, Câhiliye dönemindeki benzer konuşmalardan muhteva bakımından olduğu gibi şekil bakımından da farklıdır. Câhiliye hitabelerinde başlangıç ve sonuç kısımları bulunmazken onun hutbeleri Allah’a hamd ve sena ile başlar, selâm, istiğfar veya konuya uygun bir dua ile sona ererdi.[308] Câhiliye hatiplerinin savaş konuşmalarında intikam ve savaşa teşvik teması hâkimken Resûlullah’ın hitabelerinde tevhidi yayma ve sevaba nail olma teması vurgulanmıştır. Câhiüye devri taziye konuşmalarında dünyanın gaddarlığı, verdiğini geri aldığı, göçenin geri dönmeyeceği gibi konular İşlenirken Hz. Peygamber’in bu tür konuşmalarında öiümün fâni hayattan baki hayata geçişi sağlayan bir ümit kapısı olduğu belirtilmiştir.[309]
Resûl-i Ekrem’in insanları dine davet esnasında muhataplarını etkileyip ikna etmek için başvurduğu en önemli yöntem hitabetti. Nübüvvetin ilk yıllarında, “En yakın akrabanı uyar!” mealindeki âyet [310] gelince Safa tepesinde yaptığı İslâm’a çağrı konuşması İslâm hitabetinin bilinen ilk örneğidir Onun Mekke dönemindeki konuşmalarında yalnız İslâm’a davet teması yer alırken Medine devrinde ibadetleri yerine getirme çağrısından başka fetih, savaş, barış, iç ve dış siyaset, ahlâk vb. konularda çok sayıda hutbe irad etmiştir.[311] İnsan hayatının her alanıyla ilgili hitabeleri bulunan Hz. Peygamber’in içtimaî hutbelerinde insanların eşitliği, kardeşliği, bâtıl inanç ve hurafelerden kurtulma, topiumun ıslahı, aile sorunları, eşlerin hak ve sorumluluklar!, eğitim öğretim meseleleri, yoksulluk, sadaka, zekât ve sosyal dayanışma, dargınları barıştırma gibi konular ele alınmıştır. Vaaz ve nasihatlerinde mükâfat ve cezaları hatırlatma, iyiliği emretme, kötülükten sakındırma, yalnız dünyaya bağlanıp âhireti unutmama, takva, dua ve tövbe, doğruluğa teşvik, ölüm, haşir ve hesap gibi meseleler işlenmiştir. Veda haccı esnasında büyük bir kalabalığa hitaben yaptığı konuşma Allah’a iman. İnsan haklarına saygı, Özellikle kadın haklannın gözetilmesi, dinî bağların güçlendirilerek din kardeşliğinin korunması, Kur-‘an’a ve Sünnet’e sarılmanın önemi gibi temel konulan içermektedir.[312]
Hz. Peygamberin yalnız Medine’de irad ettiği cuma hutbeleri 500 civarındadır. Bunlara sabah namazlarından sonra yaptığı sohbet konuşmaları da eklenirse hutbe ve hitabe sayısı 1000’i geçer [313] Hadis, siyer, megâzî,tarih, edebiyat ve muhâdarât kitaplarında dağınık halde bulunan hutbe ve hitabelerini derleyen başlıca eserler şunlardır: Ali b. Mu-hammed el-Medâinî, Hutabü’n-nebî [314] Abdülazîz b. Yahya el-Celûdî, Hutabü’n-nebî [315] Muhammed b. Ca’fer el-İsfahânî, Hutabü’n-nebî; Ca’fer b. Muhammed el-Müstağfirî, Hutabü’n-nebî [316] M. Ali Ekrem el-Arvî, el-Hutabü’l~Muştafaviyye [317] Halîl el-Hatîb. İthâfü’1-enâm bi-hutabi Resûli’l-İslâm [318] ve Hutabü’l-Muştafâ [319] Nasr b. Hızır el-Erbîlî, Hutbetü’I-vedâ[320] Ömer el-Kutaytî, Hutabü’r-Resul [321] Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü hutabi’l-‘Arab [322] Abdülhamîd Şâkir, Huta-bü’r-Resûl [323] Ahmet Lütfi Kazancı. Peygamber Efendimizin Hitabeti [324] M. Şefik Arvâ-sî’nin,Hutab-ıNebeviyye [325] adlı eseri, Musul hâkimi Ubeydullah b. Ved’ân’ın derlediği Hz. Peygamber’e ait kırk hutbenin tercümesini kapsar.[326]
Bibliyografya :
Müsned, I, 207; II, 244, 303, 312, 334,372; III, 99, 117, 176, 201,413, 425; IV, 203, 223, 404; a.e. [Arnaût), XXIV, 256-258; Buhârî. “Kader”, 13, “Tevhîd”, 34, “Vudû”\ 75, “Da’a-vât”, 4, 6, 7, 9, “İkrah”, 7, “Şehâdât”, 10, “Edeb”, 6, 78, “İstPzân”, 35, “cItk”, 2, “Keffâ-râ:”, 6, “Şeriket”, ö, “Rikak”, 6, “Zekât”, 28, “Talâk”, 24, “Libâs”, 9,”Şirb”, 9, “Mezâlim”, 23,”İctişâm”, 1, Cihâd”,89,122, “Ta’bîr”, 22, “ilim”, 11,20, 30, “Enbiyâ'”, 40, 54, “Edeb”, 78, “Menâkıb”, 23, “Selâm”, 153, “Tib”, 51, “Şavm”, 2; Müslim, “îmân”, 62, 136, “Mesâ-cid”, 5-8, “Teybe”, 7, 31, “Fezâ’il”, 15, 17-19, “Cihâd”, 76, “Zekât”, 35, 76, 77, “Cum’a”, 47, “Talâk”, 36, 43, “Bİrr”, 59, 65-67; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 6, 16, 94,”cİlim”, 6, 7,”Cunfa”, 23;Tir-mizî, “Etime”, 45, “Edeb”, 76-82; İbn Mâce, “Edeb”, 11, “Zühd”, 30; ibn Hişâm, es-Sîre, Beyrut, ts. (Dârü’I-cîl), I, 152, 237; II, 147,212; IV, 40-41, 153, 187, 219; İbn SaU e{-Tabakât, Beyrut 1978, I, 200, 216, 250-251, 377, 451; II, 185;Câhİz, el-Beyân oe’t-tebytn{r\şr. Abdüs-selâm M. Hârûn], Kahire 1395/1975, II, 15-17; Taberî. Târih (Ebü’1-Fazl), III, 162-163; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî. el-Eğânî, IX, 84; İbnü’n-Ne- dîm. el-Fihrist (Teceddüd), s. 114; İbn Cinnî, el-Haşâ’iş (nşr. M.Ali en-Neccâr), Beyrut, ts. |DS-rü’1-kİtabil-Arabî), II, 8; Hattâbî, Ğarlbü’1-b.a-dîş(nşr. Abdülkerîm ibrahim el-Azbâvî), Dımaşk 1402/1982,1, 64.70;Hâkim, e;-Müs(edreA:|Atâ). !, 389; IV, 323; Şerif er-Radî. el-Mecâzatü’n-ne-beoiyye (nşr Tâhâ M. ez-Zeynî), Beyrut 1406/ 1986, tür.yer.; Ebü’I-Ferec İbnü’l-Cevzî, et-Tah-kik fî ehâdî§i’!’hilâf{r\şT. M es’ad Abdülhamîd M. es-Sa’denî – Muhammed Fârisi, Beyrut 1415/1994, II, 284; Nevevî, Şerhu Müslim, X, 97; İbn Kesîr. Tefsîrü’t-Kur’ân, Beyrut 1385/ 1966, V, 626-630; VI, 394, 467; Heysemî, Mec-ma’u’z-zeuâ’id, Beyrut 1982, II, 187, 190; VII, 266; X, 298; Süyûtî. el-Câmi’u’ş-şağtr, Kahire 1402/3982,1, 14-15,35,51, 107, 109, \45;Keş-fü’z-zunûn, I, 715; Aclûnî. Keşfü’t-hafâ\ I, 72, 272, 399; Hedİyyetü’l-‘ârifîn.l, 571; İliyyâ el-Hâvî, Fennü’l-hatâbe, Beyrut 1961, s. 77-98; Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü hulabi’l-^Arab fi tuşûri’l-cArabiyyeti’z-zâhire, Kahire 1962,1, 147, 163-170; Kehhâle, el-Edebü’l-‘Arabt fı’l-Cahi-Uyye ue’l-İslâm, Dımaşk 1392/1972, s. 178-180, 185-189; M. Abdülmün’im el-Hafâcî. ei-Hayâtü’S-edebî fi ‘aşrı şadrVl-lslâm, Beyrut 1973, s. 117-151; İzzeddin Ali es-Seyyid, e/-Hadîşü’n-nebeuî mine’l-uicheti’i-belâğıyye, Kahire 1392/1973, tür.yer.; Mustafa Sâdık er-Râfiî, Târthu âdâbi’t-‘Arab, Beyrut 1394/ 1974, II, 281-307; Ahmet Lütfi Kazana. Peygamber Efendimizin Hitabeti, İstanbul 1980; Muhammed b. Lutfî es-Sabbâğ. el-tjadîsü’n-nebeüî, Beyrut 1407/1986, s. 43-113; Nâyif Ma’rûf, ei-Edebü’Mslâmî, Beyrut 1990, s. 31-44, 51-56; Ömer el-Kutaytî, Hutabü’r-Resûl, Tunus 1990, s. 47-52, 63-64; Abdülkâdir Hüseyin. Mln Belâğâti’n-nü.büuoe, Kahire 1412/ 1993, tür.yer.; Abdülhamîd Şâkir. Hutabü’r-Re-SÛ/, Trablus 1415/1995, s. 21-23; Şevki Dayf, ei’Aşrü’l-İsiâmî, Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 106-107; Ahmed Hasan ez-Zeyyât Târîhu’t-edebî’l-Arabt, Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), s. 19-27; M. Ebû Zehre. el-Hatabe, Kahire, ts. (Dârü’I-fikri’l-Arabîl, s. 225-228; M. Yaşar Kan-demir. “Cevâmiu’l-kelim”, Dİ A, VII, 440; Hüseyin Elmalı, “Hitabet”, a.e., XVIII, 158-159.
G) Siyasî ve Askerî Kişiliği.
Resûluilah’ın peygamberlik misyonu, ferdî ve manevî hayat kadar maddî ve içtimaî hayatın da mükemmellik ölçüsünü ortaya koymayı ve her iki alanda İnsanlara kılavuzluk yapmayı kapsamaktadır. Müslümanlar bu inanca sahip olmakla birlikte Kur’an ve Sünnet’in ilkeleri ışığında manevî olgunluğu, erdemli bir ferdî hayat kadar düzenli ve huzurlu bir sosyal hayat için de ulaşılması gereken bir amaç olarak gördüklerinden teorik plandaki ilgileri daha çok onun ferdî ve manevî hayata kılavuzluğu üzerinde yoğunlaşmış ve sîretiyle ilgili literatür de bu yönde gelişmiştir. Batı dünyasında ise din ile hayatın maddî alanlarını birbirinden ayıran yaygın telakki çerçevesinde peygamberliğin yalnızca ferdî ve manevî hayata kılavuzluk şeklinde kabul edilmesi. Resûl-i Ekrem’in sosyal misyonu ve tarihî rolünün kavranmasında karşılaşılan ciddi zorlukların başında gelmekte ve dolayısıyla Resûlullah sosyal ve siyasal hayata fazlaca yönelmiş görülmektedir. Bir diğer problem de Ba-tf n:n yüzyıllar boyunca karşı karşıya kaldığı ve savaştığı rakip bir uygarlığın kurucusu olarak Hz. Peygamber hakkında Ortaçağ boyunca teşekkül eden Ön yargılardan ve menfi tasavvurdan hâlâ kurtulamamış olmasıdır.
Resûl-i Ekrem’in olağan üstü başarısı iki farklı bakış açısına göre izah edilmeye çalışılmıştır. Birincisi, Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilâhî kaynaklı olduğu, ikincisi başarısının tarihî ve diğer tecrübî sebeplere dayandığı, özellikle dikkat çekici liderlik vasıflarının ve karizmatik şahsiyetinin bu konuda etkisinin bulunduğu şeklindedir. İlki genelde din âlimleriyle diğer inananların, ikincisi Batılı araştırmacılarla tarihçilerin takip ettiği yoldur. Onun Kur-‘an’da vurgulanan örnek kişiliğiyle tarihî kişiliğini yansıtan bu iki yönü birbiriyle çelişmeyip her biri kendi araştırma yolunu ve analiz yöntemini İzleyen iki ayrı sorgulamayı gerektirir. Allah’ın elçisine yardım ve desteği bir mümin için açık ve tartışılmaz olmakla birlikte Resûluliah’ın başarısını izahta sahip bulunduğu üstün vasıfları gözardı etmek, onun bir insan olarak büyüklüğünü sadece ilâhî mesajı nakleden önemsiz bir vasıta seviyesine düşürme tehlikesini taşır Bu durumda getirdiği mesajı bizzat anlayıp yaşayarak insanlara gösterme ve toplumu dönüştürme misyonunu, sosyal hayattaki kılavuzluk rolünü kavramada da zorlukla karşılaşılır.
Hz. Peygamber çeşitli âyetlerde belirtildiği üzere diğer insanlar gibi bir insandır.[327] Fakat insanlara örnek olduğuna [328] yüksek bir ahlâk üzere bulunduğuna [329] Allah’ın lütuf ve esirgemesine nail olduğuna, kendisine hikmet bahsedildiğine[330] ilim verildiğine [331] kaba ve kat: yürekli olmadığına [332] insanlardan korunduğuna [333] ilâhî yardımla desteklendiğine [334] ilâhî gözetim ve koruma altında bulunduğuna [335] hidayete, dosdoğru yola erdirildiğine [336] hak ile gönderildiğine [337] kendisine huzur ve güven duygusu verildiğine [338] göğsünün açılıp genişletildiğine [339] Allah’ın ve meleklerin ona salât okuduğuna [340] müminlere karşı çok şefkatli ve merhametli olduğuna [341] dair âyetler yanında hadis ve siyer kaynaklarında da belirtildiği gibi diğer insanlardan farklı bir kişilik ve birikime sahip bulunduğu, üstün vasıflarla donatıldığı, başarısının temelinde vahyin bulunduğu ve toplumu bunun kılavuzluğunda yönettiği şüphesizdir. Bu çerçevede güçlü ve sağlıklı bir vücut yapısı, derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış kabiliyeti, sağlam bir hafıza, etkili hitabet, ihlâs, sabır, cesaret, hilim, cömertlik, haya, iyi geçim, şefkat ve merhamet, vefa, tevazu, adalet, emanet, iffet, doğruluk gibi üstün niteliklere sahipti.
Resûlullah’ın bu vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve tabiat üstü özelliği bulunmayan bir şahsiyet gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gerekir. Aksi takdirde onun yaşayış biçimi insanlık için mükemmel bir örnek teşkil edemezdi.[342] Karakteri, ahlâkı, arzu ve eğilimleri farklı olan insanlara bir rehber olarak gönderildiğinden bunların bütün ihtiyaçlarını giderecek bir ruhî ve fikrî olgunlukla donatılmıştı. Takip ettiği siyaset de fert ve toplumları kapsayan, bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Resûl-i Ekrem’in, insanlık tarihinde siyasî, hukukî, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen tek peygamber ve lider olması da bu kılavuzluk ve Önderlik misyonunun bir gereğidir.
İlk dönemlerden itibaren müslüman müellifler Resûlullah’ın başarısını onun peygamberlik misyonuyla, Allah’ın yardımına mazhar olmasıyla izaha çalışırken Batılı araştırmacılar genellikle şahsî kabiliyet ve becerilerini öne çıkarmışlardır. Meselâ W. Montgomery Watt’a göre onun yaşadığı bölgedeki siyasal, sosyal, ekonomik ve dinî şartlar başarısını kolaylaştırmada etkili olsa da sahip bulunduğu üstün vasıflar olmasaydı bu sonucu elde edemezdi. Bu vasıfların başında manevî keşif istidadı -müslümanlara göre vahiy, devrin sosyal rahatsızlığının asıl sebeplerini keşfe imkân veren sezgi gücü (feraset) gelir. İkinci vasfı, bir devlet adamı sıfatıyla izlediği siyasî strateji ve sosyal reformlarındaki bilgeliği, üçüncüsü de bir yönetici olarak sahip bulunduğu dirayet ve maharetle idarî işleri havale ettiği insanları seçmedeki isabetidir. Eğer onun bu yetenekleri ve bunların ötesinde Allah’a güveni olmasaydı insanlık tarihinin önemli bir bölümü hiçbir zaman yazılmamış olacaktı.[343] Diğer bazı araştırmacılar da Resûl-i Ekrem’in hayatındaki güçlü faktörün ve olağan üstü başarısının temel anahtarının Allah’ın hitabına mazhar bulunduğuna dair sarsılmaz inancı olduğuna, böyle bir kanaatin diğer insanları da derin bir şekilde etkilediğine, ilâhî iradenin icracısı sıfatıyla ortaya çıkışındaki kesinliğin kendisini, söz ve emirlerine nihaî olarak boyun eğmeyi sağlayan bir otorite sahibi kıldığına dikkat çekerler.[344]
Hz. Peygamber’in görevi sadece kendisine verilen vahyi tebliğden ibaret değildi. Bunun yanında insanları tebliğ ettiği dine çağırmak, dinin ilke ve esaslarını açıklayarak bizzat yaşamak [345] gönderildiği toplumu bu doğrultuda yönetip yönlendirmek [346] ve yeni bir toplum modeli oluşturmak da onun görevleri arasındadır [347] Zira peygamberliğin amacı sadece belli ilke ve esasları insanlara bildirmek değil ferdî ve içtimaî planda bir dönüşümü de sağlamaktır. Bu sebeple Resûlullah’ın bizzat dini yaşayarak insanlara göstermesi gerekiyordu.[348] Müminler de ona uyup [349] emir ve yasaklarına boyun eğme sorumluluğunu taşıdıkları gibi [350] örnek davranışlarına tâbi olmak [351] ve onu örnek almakla [352] emrolunmuştur.[353]
Âlimler, Hz. Peygamber’in bir söz veya fiilinden hüküm çıkarırken onu hangi sıfatla söylediğine veya işlediğine dikkat edilmesi gerektiğini belirterek onun hem ferdî ve mânevi hem içtimaî hayattaki kılavuzluk vasıflarına atıfta bulunurlar. Karâfî, Resûl-i Ekrem’in tasarruflarının bir kısmının müftülük, bir kısmının kadılık ve bir kısmının imamet (devlet başkanlığı) niteliğine dayandığını, bir kısmında bu niteliklerin birleştiğini, çoğunda ise ri-sâlet vasfının daha baskın olduğunu belirtir. Buna göre Hz. Peygamber’in tebliğ yoluyla gerçekleşen söz ve fiilleri genel hüküm ifade edip her müslümanı bağlarken devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tasarruflar devlet başkanının iznine, hâkim olarak verdiği kararlar da hâkim kararma bağlı şekilde uygulanabilir.[354] Peygamberlik görevi (tebliğ, risâlet, davet, beyan, tâlim, tezkiye) yanında devlet başkanlığı, kumandanlık, kadılık gibi işleri de uhdesinde bulunduran Resûl-i Ekrem’in bu görevleri, peygamberlikten farklı olarak ebedî ve evrensel ilkelere dayanmakla birlikte mahallî ve tarihseldir, yani çağının şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olmak, zaman ve mekânla sınırlı bulunmak gibi bir Özelliğe sahiptir. Resûlullah, bütün çağlar için sabit ve geçerli olma iddiası taşıyan katı bir yönetim yapısı ortaya koymamış, ashabına değişen şartlara göre dinamik bir yönetim kurmalarını sağlayacak bir rehberliğin ana hatlarını vermiştir.[355]
Hz. Peygamber bir insan, bir kul olmakla birlikte kendisine verilen misyon ve bu misyonun kazandırdığı manevî şahsiyet onu başkalarından ayırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan Resûl-i Ekrem’in beşeri tabiatına vurgu yaparken bir taraftan da onun diğer insanlar arasındaki özel statü ve otoritesini belirtir. Resûl-i Ekrem’in örnek bir İslâm toplumu kurması ancak etkili bir otorite sayesinde mümkün olabilirdi. Ümmetin lideri sıfatıyla onun müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur’an’da “hükm” kavramı ile ifade edilmiştir.[356] Bu âyetler, Re-sûlullah’a itaatin somut ifadesini onu hâkim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah’a itaat Peygamber’e itaatin temeli olurken Peygamber’e itaat de Allah’a itaatin tek görünür kanıtıdır.[357] Onun peygamberlik görevi tamamen fikrî ve ruhî nasihatle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından kendisine itaat sadece ibadet vb. alanlarda değil sosyal hayatta da söz konusudur.[358] Allah’ın kendisine itaatle beraber ona itaati de emretmesi ve eğer inanı-yoriarsa insanların anlaşmazlık konularını hükme bağlamak için Allah’a ve elçisine götürmelerini istemesi [359] onun otoritesini kabul etmenin İmanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu gösterir. Daha önceki peygamberlere Allah tarafından hikmet ve hükümranlık (mülk) bahsedildiğinin belirtilmesi [360] bunların onun için de söz konusu olduğunu ima etmektedir. Ancak Kur’an’da Hz. Peygamber için mülk yerine “hükm” kullanılmıştır.[361] Ahmed b. Han-bel’in naklettiği bir rivayete göre Allah Teâlâ, Resûlullah’ı hükümdar-peygamber ile kul -peygamber olma arasında serbest bırakmış, o da Cebrail’in Allah’a karşı tevazu göstermesi yolundaki tavsiyesi üzerine kul – peygamber olmayı tercih etmiştir [362] Resûl-i Ekrem, huzurunda bulunan birinin korkuyla titremesi üzerine, “Sakin ol, ben hükümdar değilim” demişti [363]Ebû Süfyân’ın, Mekke fethi sırasında İslâm ordusunun haşmeti karşısında Abbas’a. “Kardeşinin oğlunun mülkü büyümüş” demesi üzerine Abbas, bunun nübüvvet olduğunu söyleyerek Resûlullah’ın liderliğinin peygamberlikten ayrı anılmasını hoş karşılama-mıştır.[364] Kur-‘ân-ı Kerîm’de mülk kelimesinin Resûl-i Ekrem için kullanılmaması ve bu ifadenin gerek kendisi gerek amcası tarafından hoş karşılanmaması onun yöneticilik misyonunun farklılığına bir işaret olarak değerlendirilebileceği gibi kelimenin o dönemde taşıdığı olumsuz anlamı red şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim melik ve halife kavramları arasındaki fark üzerine Hz. Ömer ile Selmân-ı Fârisî -veya bir başka sahâbî- arasında geçen bir konuşma o devirde hilâfetin hak ve hukuka bağlılık, hükümdarlığın ise keyfî yönetim şeklinde algılandığını göstermektedir.[365] Mâlikî âlimlerinden Ebû Abdullah Muhammed b. Muham-med el-Makkarîde Kur’ân-ı Kerîm’de daha önceki ümmetlerden söz edilirken mülk teriminin kullanılmasına karşılık [366] müslümanlar için hilâfet kavramına yer verildiğini [367] belirterek mülkün babadan oğuia geçen yöneticilik olduğuna, hilâfetin ise seçime dayandığına, Muâviye İle birlikte hilâfetin de hükümdarlığa dönüştüğüne dikkat çeker.[368] Bazı araştırmacılar, Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak rolünü Batılı okuyucuların kavrayabilmesi amacıyla Hz. Mûsâ ve Dâvûd’un-kine benzetirse de [369] onların yöneticilik vasıflarının peygamberlikleri gibi kendi şahıslanyla sınırlı olduğu. Resûl-i Ekrem’in örnekliğinin ise son peygamber olması sebebiyle kendisinden sonra ümmeti vasıtasıyla devam edeceği göz önüne alınırsa yönetim tarzı bakımından Makkarî tarafından işaret edilen önemli fark dikkat çekmekte ve İslâm’da siyasî liderliğin -Hz. Peygamber’den sonra-ilâhî tayin veya babadan oğula geçme yoluyla değil toplumun ortak tercih ve onayı ile gerçekleşeceğini göstermektedir.
Batı dünyasında yeni ön yargılarla birleşerek kısmen varlığını sürdüren Hz. Peygamberdin şahsına yönelik geleneksel olumsuz imaj çerçevesinde onun Mekke döneminde müsamahalı bir tebliğci iken Medine döneminde elde ettiği güçle siyasî bir şahsiyet haline geldiğine ve şiddete meylettiğine, asıl amacının da siyasî olduğuna dair iddialar ileri sürülmüştür.[370] Resûl-i Ekrem’in, Batı’daki yaygın Hz. îsâ imajından farklı şekilde daha önceki bazı peygamberler gibi yeni bir sosyal düzen kurma misyonunu da yüklenmiş olmasının kavrana-mamasından ve o günkü şartların tarafsız olarak değerlendirilememesinden kaynaklanan bu iddialar diğer bazı araştırmacılar tarafından temelsiz bulunarak eleştirilmiştir. Rudi Paret tarihçilerin, Hz. Muhammed’i, kendi hükümranlığının bu dünyaya ait olmadığını söyleyen Hz. îsâ’-nın ortaya koyduğu modeli ve hıristiyan bakışını esas alarak değerlendirme hatasına düşmemeleri gerektiğini belirtir. Ona göre Medine döneminde Arap- İslâm ümmetinin gerçekleşmesi sürecinde Resû-İullah asla kuvvet sâikiyle hareket etmemiş, aksine, derin bir tevazu ile en büyük askerî ve siyasî başarılarını da Allah sayesinde elde ettiğini söylemiştir. Hareket tarzında hiçbir değişiklik olmamış, görev anlayışı eskisi gibi kalmıştır.[371] Diğer bazı müellifler, Medine dönemindeki şartlar ve zaruretlerin Hz. Peygamber’in kuvvet kullanmasını gerekli kıldığını [372] onun barışçı bir misyonu icra ederken kendi hemşehrilerinin haksızlığına mâruz kaldığı için bağımsız bir toplum kurmayı tercih ettiğini ve kendini savunma durumunda kaldığını belirtirler.[373] Birçok Batılı yazar da Hz. Muhammed’in peygamber olma özelliğinin her zaman beşerî faaliyetlerine baskın geldiğini, devlet adamlığı vasfının ikinci planda kaldığını söylemekte, onu bu rolünden soyutlayarak sadece başarılı bir devlet adamı olarak gösteren veya Mekke ve Medine dönemlerinde iki farklı şahsiyet portresi çizdiğini ileri süren bakış açısının yanlış olduğunu belirtmektedir.[374]
Yönetim. Mekke dönemi tecrübesiyle, gerek İslâm’ın evrensel boyutta tebliği gerekse müslümanların barış ve güvenlik içinde yaşama imkânına kavuşması için siyasî hâkimiyetin büyük Önem taşıdığı açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hicret öncesinde Akabe mevkiinde tamamen dinî etkenlerle Resûl-i Ekrem’e biat eden Medineli Evs ve Hazrec kabileleri mensuplarının, merkezî otoriteden mahrum olan Medine’de düzen ve barışın sağlanması için Hz. Peygamber’in hicretinden çok şey umdukları bilinmektedir. Resûlul-lah, İkinci Akabe Biatı’nda göç edeceği şehirde şahsî otoritesinin tanınmasını kesin şekilde istemiş ve bu kabul edilmişti. Medine’ye hicretin bu sosyopolitik hedefi şu âyette de farkedilmektedir: “Ve şöyle de: Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi sağla; çıkacağım yerden de beni doğrulukla çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.[375]
Medine’de Arap kabileleri arasında sürüp giden düşmanlık ortamı geleneksel kabile kurallarıyla değil ancak üstün bir otorite ile bertaraf edilebilirdi. Nitekim iki Arap kabilesinin (Evs ve Hazrec) İslâmiyet’i ve dolayısıyla Hz. Peygamber’in otoritesini kabulüyle bu konuda ilk olumlu adım atılmış oldu. Buna karşılık Benî Kay-nukâ”, Benî Nadîr ve Benî Kurayza gibi kabilelerden meydana gelen yahudi zümresi ve münafıkların temsil ettiği pasif direniş yeni siyasî oluşumun önünde önemli bir engeldi. Medine vesikasıyla [376] yeni siyasî birliğe katılacaktan umu\an yahuü\ top\üluVAan buna yanaş-mayip müslümanlann dinî birliği için bir tehlike oluşturdukları kısa zamanda anlaşılınca Medine’den uzaklaştırıldı. Münafıklar ise görünüşte Hz. Peygamber’in otoritesini benimseyip toplum için hayatî bir tehlike arzetmediklerinden varlıklarını sürdürdüler.
Hicretle birlikte teşekkül eden şartlar çerçevesinde Hz. Peygamber’in kuruluş halindeki bir devletin başkanı olma özelliği ön plana çıkmaya, kendisinin dinî rehberliği yanında siyasî liderliği önem kazanmaya başladı. Medine vesikasında müsiümaniar sadece diğerlerinden ayrı bir grup olarak anılmakla birlikte belgenin Resûl-i Ekrem tarafından düzenlendiğinin belirtilmesi, sözleşmenin asıl taraflarının müsiümaniar olması, kendisinin peygamber sıfatıyla anılması ve anlaşmazlıkların kendisine getirilmesinin hükme bağlanması onun daha baştan itibaren yönetimde inisiyatifi ele aldığını, vesikada statüsü üzerinde ayrıntılı biçimde durulmasa da Hz. Peygamber’in devlet başkanı olarak öne çıktığını göstermektedir. Daha sonraki gelişmelerle de kendisinin siyasî önderliği tartışmasız hale gelmiş, vefatına bir iki yıl kala Ara-bistan’daki kabilelerin büyük kısmı İslâmiyet’i kabul etmiş, çevredeki bazı Arap, yahudi ve hıristiyan toplulukları ile antlaşmalar yapılmış ve onun yönetiminde geniş bir siyasî birlik oluşmuştur. Resûl-i Ekrem’in liderliğinde Arap yarımadasındaki siyasî yapı çeyrek asır içinde değişmiş, kabileler şeklinde yaşayan Araplar onun sayesinde ilk defa birleşip bir millet haline gelmiştir. Hz. Peygamber’in asırlarca yaşayan büyük bir devletin temelini attığını söyleyen Gustave Edmund von Grunebaum, Araplar’ın dünya tarihinde olumlu bir inisiyatif sahibi olabilmelerinin ancak onun misyonu sayesinde gerçekleşebildiğine işaret eder.[377]
Resûlullah, ahlâk ve adalet bakımından bir çürüme içinde bulunan Arap toplumunda hâkim dinî ve içtimaî telakki ve kurumlara karşı büyük bir mücadele başlattı, yeni bir ahlâkî ve sosyal düzen kurmaya çalıştı. Kabile düşmanlıklarını, sosyal adaletsizlikleri ve doğuştan var olduğu kabul edilen üstünlük kavramını ortadan kaldırdı; fertleri birbirinden ayıran engelleri yıkıp kardeşlik, dayanışma ve sevgi esasına dayanan bir toplum meydana getirdi. Kız çocuklarının öldürülmesini ve kadınlara kötü muamele yapılmasınluklar çerçevesinde hayatı erkekle paylaşan bir konum kazandırdı. Köleliğin ted-rîcî bir şekilde ortadan kalkması için gerekli tedbirleri aldı.
Hicretin 10. yılında (631) bütün Arabistan’ın İslâm hâkimiyetine girmesi üzerine Hz. Peygamber çeşitli bölgelerin yönetimi için genellikle kendi kabilelerinden seçkin kimseleri görevlendirdi. Kettânî yönetim, yargı ve vergi tahsili vazifelerine tayin edilen kırk altı kişinin adını zikretmektedir.[378] Muhammed Yâsîn Mazhar Sıddîkl vali olarak otuz iki kişi. merkezî âmil (vergi toplayan) sıfatıyla otuz dokuz ve mahallî âmil olarak yirmi sekiz kişiyi ve görev yerlerini yazmaktadır.[379] Resûlullah, Medine dışına çıktığında yerine bir sahâbîyi vekil bırakırdı. Kaynaklarda onun on yedi vekilinin adı zikredilir.[380]
Hz. Peygamber’in görev verdiği kimseler hakkındaki ölçüsü liyakat ve ehliyetti. Bunlardan yetenekli çıkmayanları geri çağırır ve daha liyakatlisini gönderirdi. Ebû Zer el-Gıfârî ve amcası Abbas’ın bir görev talebini, sorumluluğunu taşıyamayacaklarını belirterek geri çevirdiği kaydedilmektedir.[381] Esasen ashabı bizzat görev istemekten sakındırmış ve bir işe talip olanlara görev vermeyeceğini ifade etmişti.[382] Yönetimde soyluluk ve zenginlik gibi hususları değil ehliyeti esas almış, herkese kabiliyeti çerçevesinde fırsat eşitliği tanımıştı. Bu sebeple ehil olan genç sahâbîlerin önemli görevlere getirildiği görülür. Rivayete göre Amr b. Hazm, Necran’a vali tayin edildiğinde on yedi yaşında idi.[383] Mekke’nin fethi sırasında müslü-man olan Attâb b. Esîd’în bu şehrin valiliğine getirildiğinde yirmi yaşlarında olduğu kaydedilir.[384] Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gönderdiği zaman Ali daha genç yaşta olduğunu ve tecrübesi bulunmadığını söyleyince Resûlullah ona dua ederek ve bazı tavsiyelerde bulunarak başarılı olacağını bildirmişti [385] İbnü’l-Cevzî, Hz. Peygamber’in vefatından az Önce göndereceği, içinde büyük sahâbîlerin de yer aldığı orduya kumandan tayin ettiği Üsâme b. Zeyd’in o sırada İbnü’l-Esîr de onun âmil vali. vergi tahsildarı sıfatıyla görevlendirildiğinde on sekiz yaşında bulunduğunu [386] kaydeder. Yemen’e yönetici, kadı ve vergi tahsildarı olarak gönderilen Muâz b. Cebel de yirmi üç yaşındaydı [387] Ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alâmeti diye görmesi yanında [388] şu hadislerde Resûlul-lah’ın bu konudaki hassasiyetini gösterir: “Bir topluluk içinde Allah’ın daha çok razı olduğu bir kişi bulunduğu halde bir başkasını göreve getiren kimse Allah’a, resulüne ve müminlere ihanet etmiş demektir”; “Kim müslümanlann bir işini üstlenip de kendisine duyduğu sevgi sebebiyle birini onların başına getirirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun; Allah ondan ne bir tövbe ne bir fidye kabul eder.[389]
Resul-i Ekrem’in yönetimde vazgeçmediği prensiplerden biri de meşveretti. Birçok işte ashabın ileri gelenlerine danışıp görüşlerini alır, Uhud Gazvesi’nde olduğu gibi bazan kendi kanaatine uymasa bile istişare sonucu ortaya çıkan kararı uygulardı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in yardımcıları olduğunu belirten ResûiuUah [390] hayırve sevap umarak iyi niyetle görevini yerine getirmek isteyen yöneticiye Allah’ın iyi bir yardımcı nasip edeceğini, kötü niyetli yöneticiler için aksi durumun söz konusu olacağını bildirmiştir.[391] Bazı rivayetlere göre Resûlullah daha Önceki peygamberlerin her birine yedişer yardımcı verildiğini, kendisinin yardımcılarının ise on dört olduğunu belirterek dört halife ile diğer bazı sahâbîlerin adlarını saymıştır.[392]
Resûlullah, yönetenlerle yönetilenlerin arasındaki engellerin kaldırılması hususunda çok hassastı. “Kim insanların bir işini üzerine alır da zayıf ve güçsüzlerle arasına engeller koyarsa kıyamet gününde Allah da onun önüne engel çıkarır [393] “Kim müslümanlann işini üstlenir de yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun İhtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır [394] “İhtiyacını bildiremeyen kimsenin ihtiyacını bana ulaştırın. Kim ihtiyacını ulaştıramayan kimsenin ihtiyacını bir yöneticiye bildirirse Allah kıyamet günü onun iki ayağını sabit kılar [395] mealindeki hadisler bu konudaki uygulamalarına işaret eder. Resûl-i Ekrem bu amaçla halkın arasına girer, çarşıyı pazarı dolaşır, şikâyetleri dinler ve gerektiğinde olan bitene müdahale ederdi. Bir işle görevlendirdiği kimselere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın” tavsiyesinde bulunurdu.[396] Devlet işleriyle vazifeli kimselerin bu vesile ile maddî menfaat sağlamasına şiddetle karşı çıkar ve onları sıkı bir şekilde kontrol ederdi [397] “Kim bize âmil olmuşsa bir zevce edinsin, hizmetçisi yoksa bir hizmetçi alsın, evi yoksa bir ev edinsin [398] diyen Hz. Peygamber, âmillerin kendilerine bağlanan maaş dışında menfaat teminini haksız kazanç ve hırsızlık olarak nitelemiştir.[399]
Dış İlişkiler. Batılı araştırmacılar, Hz. Muhammed’in peygamberlik misyonundan ayrı düşünülemeyecek olan dış siyasetteki hareket tarzı ve başarısını da şahsî kabiliyetine bağlama eğilimindedir. Onun Medine döneminde görülen politik hüneri modern tarihçilerce sıkça dile getirilmektedir. Bedir Gazvesi’nin kumandanının veya Hudeybiye Antlaşması’nı gerçekleştiren şahsiyetin entelektüel üstünlüğe ve fevkalâde diplomatik beceriye sahip bulunduğundan kimsenin şüphe duyamayacağına, onun dehasıyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan bilgiler yanında satır arasındaki esaslı noktaların da dikkatten kaçırılmaması gerektiğine işaret edilmektedir.[400]
Resûlullah’ın Medine’ye gelmesinden bir süre sonra buradaki Arap kabileleri İslâmiyet’i benimsemişti. Yahudiler ise Hz. Peygamber’in kendilerine karşı bir ön yargı taşımadığını göstermesine ve Medine vesikasına göre sivil bir eşitlik statüsüne sahip bulunmalarına rağmen kendilerinden olmayan bir peygamberin hâkimiyeti altında karma bir toplum İçinde eriyecekleri endişesiyle, Kureyş’le açık bir İttifak görüntüsü vermeden ve fakat Ku-reyş’le yapılan savaşın konjoktürüne göre dozu değişen bir muhalefet grubu teşkil ettiler. Bu olumsuz tavrın giderek şiddetini arttırmasıyla meydana gelen güvensizlik ortamında Resûl-i Ekrem’in de onlara karşı tavrı değişti ve kendilerinin sebep olduğu siyasî, sosyal ve ekonomik sebeplerle ya hu di kabileleri bölgeden uzaklaştırıldı.[401] Bazı Batılı yazarların, Hz. Muhammed’in yahudileri sırf yahudi oldukları için temizleme siyaseti takip ettiği yolundaki iddiaları tarihî gerçeklerle bağdaşmadığı gibi böyle bir politikanın onun kişiliğine uygun olmadığı da açıktır. Nitekim Watt, yahudilere karşı izlenen siyasetin onların Kur’an vahyini tenkit yoluyla İslâm toplumunun temelini çürütmeye yönelik gayretleri yanında müslümanların düşmanlarına siyasî destek vermelerinden kaynaklandığına, düşmanca tavırlarını terkettikleri ölçüde Re-sûlullah’ın da kendilerine hoşgörülü davrandığına dikkat çekmektedir.[402] Hz. Peygamber’in gerek antlaşmalarını bozan yahudilere gerek Arap kabilelerine karşı sert tedbirler almasının amacı, Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği üzere [403] barışı bozmaya yönelik teşebbüslere müsamaha edilmeyeceğini göstermekti. Medine’deki müslüman varlığının Ku-reyş’in en önemli ticaret yolu üzerinde büyük bir tehdit oluşturduğu, dolayısıyla müslümanların kendi hallerine bırakılmayacağı gayet açıktı. Nitekim hicretten hemen sonra Kureyşliler, Medineli müslü-manlardan ve onlara karşı olan Araplar’-dan Hz. Peygamber’i himayeden vazgeçmelerini istemişlerdi.[404] Fakat Mekke müşriklerinin bütün çabalarına rağmen Resûl-i Ekrem’in hicretten itibaren aldığı askerî tedbirler ve bölgedeki kabilelerle yaptığı antlaşmalar sayesinde Hudeybiye Antlaşması öncesinde Suriye ve Irak’a giden kervan yollan kontrol altına alınmış, Kureyşliler büyük ölçüde çevrelerinden tecrit edilmişti. Böylece ekonomik yönden zayıflatılarak dirençlerinin kırılması. Medine’yi tehdit etmelerinin engellenmesi ve onlara karşı kan dökülmeden üstünlük sağlanması amaçlanmıştı. Hz. Peygamber’in bazı ağır şartlar taşıyan Hudeybiye Antlaşması’nı üstün bir ön seziyle imzalaması, gerek fedakârlık ve temkin gerekse attığı adımları geleceğe yönelik bilinçli bir plana dayandırması bakımından önemli bir örnek teşkil eder. Bu sayede Kureyş onu siyasî anlamda tanıdığı gibi müslümanların Kabe ve hac konusundaki iddialarını da kabul etmiş oluyordu.[405]
Hem İbrâhimî geleneğin ve Arap putperestliğinin dinî merkezi hem Kureyş’İn Arap kabileleri arasındaki otoritesi ve prestiji sebebiyle büyük önem taşıyan Mekke’nin fethi, Hz. Peygamber’in Arabistan içindeki misyonunun başarıyla tamamlandığını göstermektedir. Fetihle ve İslâmiyet’i kabul etmeleriyle birlikte Kureyş liderlerinin diğer inananların seviyesine inmiş olması, asırlardan beri Kabe’nin cazibesine tâbi olmaya alışmış kabileler arasında yeni lidere itaat hususunda tabii bir hareketin doğmasına yol açarken Resûl-i Ekrem’in iyi ilişkileri ve barışı esas alması bu süreci hızlandırdı ve İslâmiyet kısa sürede Arap yarımadasının kalan kısmına da hâkim oldu [406] Arap kabileleri 9 (630) yılında ittifak amacıyla Resûlullah’a elçi heyetleri gönderdiler. Bu heyetlerin ashaba ait bazı evlerde ağırlandıkları [407] bu amaçla yapılan bir evde [408] veya Mes-cid-i Nebevî’nin yanında kurulan çadırda [409] konakladıkları, Resûlullah’ın onları sık sık ziyaret ederek kendileriyle sohbet ettiği [410] kaydedilir. Hz. Peygamber bu heyetlere Allah inancını ve İslâm’ın erdemlerini anlatıyordu. Bu kabileler içinde rakip gruplar bulunduğundan onları çatıştırmadan karşılayıp göndermek de büyük maharet istiyordu. Muhtemelen Hz. Ebû Bekir’in ensâb bilgisinden faydalanılmış olmakla birlikte bu hususta Resûlullah’ın bilge kişiliğinin de rolü büyüktür.[411]
Resûl-i Ekrem, daha sonra Arabistan dışındaki devletlerden gelen tehditlere karşı da tedbir alma gereğini duydu. Te-bük Seferi bu amaçla düzenlenmiştir. Bizans, Sâsânîler’e karşı başarı elde ederken Suriye, Filistin ve Mısır monofizitle-rine karşı uyguladığı baskı sebebiyle bu bölgelerdeki nüfuzunu gittikçe kaybediyordu. Böyle bir ortamda Bizans’ın sınırı olan Tebük’e yapılan seferde Bizanslılar’-la karşılaşılmadıysa da bölgedeki Eyle hı-ristiyanları ile Cerbâ, Ezruh ve Maknâ yahudi toplulukları, ayrıca Hicaz-Suriye kervan yolu üzerinde önemli bir mevki olan Dûmetülcendel itaat altına alındı. Tebük Seferi, müslümanların kendi sınırlarını düşmanlardan koruma hususundaki irade ve azimlerini ortaya koyması yanında, Bizans’a ve Arap yarımadası çevresindeki diğer devletlere Medine’de güçlü bir yönetim bulunduğunu ve içeride kabile reislerine güvenliği ihlâl edecek davranışlardan sakınmalarını ihtar etmeyi hedefleyen önemli bir harekât niteliği taşıyordu.[412]
Hz. Peygamber’in diplomatik faaliyetleri Medine’deki görüşmelerle sınırlı kalmamış, diğer ülkelerle yazılı haberleşmeyi sağlayan düzenli bir servis kurulmuştu. Bu yazışma metinlerinin çoğu kaybolmakla birlikte bazıları kaynaklarda yer almaktadır [413] Muhammed Hamîdullah bunları el-Veşâ’iku’s-sİyâ-siyye adıyla bir kitapta toplamıştır. Re-sûlullah imparatorlar dahil birçok yöneticiye İslâm’a davet mektupları göndermiştir.[414] Bunların arasında o dönemin iki büyük gücü Bizans ve Sâsânî devletleri de vardı. Bu iki devletle çatışmak büyük tehlike arzetmekle birlikte Hz. Peygamber büyük bir özgüvenle ilâhî daveti insanlara ulaştırma misyonunu icra ediyordu. Nitekim çok geçmeden bu ülke topraklarının büyük kısmı İslâm hâkimiyetini tanımıştır.[415]
Resûlullah’ın hükümdarlara yazdırdığı mektuplar, gerek hitap tarzı gerekse meramını ifade bakımından büyük bir diplomatik incelik taşıdığı gibi elçilerinin de diplomatik maharete sahip oldukları, hükümdarların huzurunda yaptıkları konuşmalardan anlaşılmaktadır.[416] İbn Hudeyde. Hz. Peygamber’in elçi ve kâtiplerine dair el-Mişbâhu’1-mudî adlı eserinde [417] kırk sekiz elçiyle ilgili bilgi verir. Resûl-i Ekrem’in gelen elçileri karşılarken en güzel elbiselerini giydiğine, getirilen hediyeleri kabul ettiğine ve misafirleri uğurlarken kendilerine azık hazırlatıp hediye verdiğine dair kaynaklarda zengin malzeme vardır.[418]
Hz. Peygamber’in darda olana yardım etme ve zayıf olanı koruma ilkesini samimiyetle uygulaması onun dış ilişkiler konusundaki başarısının anahtarlarından-dır. Meselâ Hudeybiye Antlaşması öncesinde kıtlık çeken Mekke’deki Kureyş fakirlerine dağıtılmak üzere Ebû Süfyân’a mal göndermiş, o da kendi düşmanlıklarına karşı yapılan bu cömertliği övgüyle dile getirmişti.[419] Mekke’nin fethi sırasında, şehrin en nüfuzlu lideri iken bir anda otoritesini kaybeden Ebû Süf-yân’ın evine sığınanların güven içinde olacağını duyurması hem onu memnun etmiş hem de halk arasında olumlu bir etki bırakmıştı. Yine bu esnada, ensann sancağını taşıyan Sa’d b. Ubâde’nin, Allah’ın Mekke’nin başını önüne eğdiği bu günde şehri yağmalayabileceklerini ima eden bir söz söylediğini duyunca Resûlullah’m. bugünün bağışlama günü olduğunu ve Allah’ın Mekke’yi asıl bugün yücelteceğini belirterek onu görevden alıp yerine oğlu Kays’ı tayin etmesi [420] ve Kureyşliler’i affederek büyük bir âlicenaplık göstermesi şehirdeki olumsuz havayı bir anda değiştirmiş ve halkın İslâmiyet’i kabul etmesine vesile olmuştu.
Hz. Peygamber fetihten sonra Mekke’de kalmayıp Medine’ye dönmekle hem zor zamanında kendisine yardım eden en-sara vefa borcunu ödemiş, hem de bu şehrin İslâm devletinin merkezi olma Özelliğini dikkate alarak ümmetin birliğini koruma yönünde siyasî bir basiret göstermişti.[421] Ensarın fethin ardından Resûluilah’ın kendi memleketinde kalacağından endişe ettiğini öğrenince böyle bir davranışın “hamd” kökünden türeyen adıyla Muhammed! çelişeceğine işaretle onları asla terketmeyeceğini belirtmiştir.[422]
Resûl-i Ekrem’in barışın tesisi ve devamı için diğer toplumların ve din mensuplarının önde gelenleriyle ilişkilerinde son derece yumuşak ve cömert davranması, kendilerine itibar göstermesi de dış siyasetinin bir parçasıydı. Resûlullah’ın buna ilişkin tavsiyesini [423] ve uygulamalarını yorumlayan âlimler bu konuda din ayırımı yapmadığını belirtirler.[424] Nitekim onun mütevazi. nazik ve âlicenap tavırları sebebiyle birçok kabile lideri İslâmiyet’i kabul etmiş, kabileleri de onları takip etmiştir.[425]
Savaş ve Ordu. Hz. Peygamber, başkalarıyla ilişkilerinde iyiliği ve barışı esas almakla birlikte müslümanların Mekke’de yaşadıkları acı tecrübe askeri bakımdan güçlü olmalarını gerektiriyordu. Kur’ân-ı Kerim haksız saldırıya uğramaları sebebiyle muslumanlara savaşma izni veriyor [426] ve onlardan düşmana karşı hazırlıklı olmalarını İstiyordu [427] Bundan dolayı Resûl-i Ekrem’in Medine dönemindeki hayatı saldırganları cezalandırmak, düşman güçlerinin birleşmesini önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi çeşitli amaçlarla yapılan bir dizi askerî harekât ve savaşla geçmiştir.
Resûlullah’m bizzat kumanda ettiği gazvelerin sayısı Vâkıdî, İbn Hişâm ve İbn Sa’d’ın tesbitlerine göre yirmi yedidir.[428] Mahmûd Şît Hattâb umre-tü’l-kazâyı da ekleyerek bu sayıyı yirmi sekize çıkarır ki bunlardan yalnız dokuzunda savaş meydana gelmiştir. Gazvelerin ilki 2. yılın Safer ayında [429] vuku bulan Veddan Gazvesi, sonuncusu da 9. yılın Receb ayındaki [430] Tebük Gazvesİ’dir. Seriyye denilen ve bir sa-hâbî tarafından kumanda edilen askerî birliklerin sayısıyla ilgili olarak otuz beş-elli altı arasında değişen rakamlar verilmekte, hatta bazıları bu sayıyı yetmişin üstüne çıkarmaktadır.[431] Se-riyyeler Kureyş kervanlarını taciz etme, güvenlik, istihbarat ve keşif, İslâm’a davet, bir saldırıya karşılık verme, hedef şaşırtma, destek, özel görev gibi çeşitli amaçlarla yapılmıştır. Bu sayede düşman güçleri ve planları, niyet ve hareketleri hakkında bilgi edinilmiş, insan ve madde kaynakları değerlendirilmiş, saklanma, levazım kaynakları, düşmanla karşılaşma ve düşmanı pusuya düşürme imkânları bakımından çevredeki arazi tanınmıştır. Seriyyelerin ilki, Hz. Hamza kumandasında hicretin 1. yılı Ramazan ayında [432] îs mevkiine [433] sonuncusu. Hz. Ali kumandasında 10. yılın Ramazanında [434] Mez-hic’e gönderilmiştir.[435]
Başarılı bir savaş stratejisi için gerekli olan organizasyon, mora!, sürpriz, hücuma dayalı aksiyon, güvenlik, hareketlilik, sürat, gücün tasarruflu kullanılması, merkezî kumanda, bölge coğrafyasının etkin kullanımı, gizliliğin korunması, sağlam ve sistemli istihbarat gibi temel yöntem ve prensiplerin Hz. Peygamber tarafından büyük bir maharetle uygulandığı görülmektedir. Resûl-i Ekrem uyguladığı savaş stratejisiyle düşmana hemen her zaman sürpriz yapmış, büyük harekâtların altısında, küçüklerin dokuzunda düşmanı tamamen hazırlıksız yakalamıştır. Bu sayede askerî seferlerinin yalnız üçte birinde savaş meydana gelmiştir. Gönderdiği seriyyelerin de otuz ikisinde düşman tamamen sürprizle karşılaşıp dire-nememiştir. Yalnız dokuzunda küçük çaplı çatışmalar, Mûte’de ise savaş meydana gelmiştir.[436] Hz. Peygamber’in savaş stratejisinde insan ve mal kaybının asgaride tutulması önemii bir ilkeydi. Bu sebeple harekâtlarda silâhlı çatışma olmaması için özel tedbirler alır, anlaşmazlığın savaş yapılmadan halli için büyük gayret gösterirdi. Arap yarımadasında İslâm hâkimiyetinin sağlandığı on yıl içinde Resûl-i Ekrem’in katıldığı dokuz savaşta müslümanların kaybı rivayet farklılıklarına göre en çok 147. düşmanın kaybı ise 288’dir. Seriyyeler için farklı rakamlar verilse de savaşlarla birlikte her iki tarafın toplam kaybı 1000 civarında bir rakama ulaşmaktadır. Benî Kurayza’nin 600-700 olduğu rivayet edilen kaybı bunların dışındadır.[437] Resûlullah, meşruiyet gerekçesi bulunmayan bir savaşa rıza göstermediği gibi savaşın keyfîlikten uzak tutulması ve temel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamıştır. Fiilen çatışmaya katılmayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasaklamış [438] düşmanın öldürülmesi sırasında kin ve nefreti arttıracak davranışlardan sakınılmasın!, iyilik ve güzelliğin şiar edinilmesini [439] esir ve rehinelere iyi davranılmasını emretmiş, diğer milletlerin uyguladığı işkence vb. uygulamalardan askeri menetmiş, hukuka aykırı bir uygulama gördüğünde onu düzeltmiş veya tazminle telâfi yoluna gitmiştir.[440] Birçok durumda kötülüğe karşı iyilikle muamele ederek İnsanların saygı ve sevgisini kazanmıştır.[441]
Hz. Peygamber savaş hazırlıklarını büyük bir gizlilik içinde tutar ve fiilen savaş alanına ulaşıncaya kadar niyetinin düşman tarafından, hatta bazan kendi emrinde bulunan kişilerce öğrenilmesine imkân vermezdi. Düşmanı yanlış hedeflere yönlendirmeye büyük özen gösterirdi. Hicretin 17. ayında Abdullah b. Cahş kumandasında Nahle’ye bir seriyye gönderdiğinde yapacakları göreve dair talimatın yer aldığı mektubun iki gün sonra açılmasını emretmesi, Mekke fethinin hazırlıkları sırasında Suriye yönünde Batn-ı Mekke’nin fethi sırasında ordunun konakladığı Merrüz-zehrân (Cümûm) mevkiinde Hz. Muhammed’in çadırının yerinde inşa edilen cami İdam’a bir askerî birlik göndermesi bu amacı taşıyordu. 10.000 kişilik büyük bir orduyla girişilen Mekke’nin fethi esnasında Medine’de giriş ve çıkışlar kontrol altına alınmış, Hz. Ebû Bekir ve Âişe gibi yakınları bile hazırlığın hangi amaçla yapıldığı hususunda bilgilendirilmemiş, dışarıdan orduya katılacakların iltihakı yol boyunca sağlanmış, düşman ancak İslâm ordusu Mekke’ye yakın bir yere geldiğinde işin farkına varabilmişti. Benî Lihyân Gazvesi sırasında orduyu önce kuzeye, Şam’a doğru yola çıkarıp daha sonra bu kabile üzerine yürümüş. Hayber Gazvesi esnasında Hayber yahudilerine yardıma giden Gatafân kabilesi toprağındaki Re-cî’e yönelip Gatafân ve Fezâre’nin kendi yurtlarını savunmak için dönmelerini sağlamış, ardından Hayber’e doğru giderek İttifak kurmalarını önlemişti.
Savaşta düşmanı yanıltıcı strateji ve taktiklerin önemine dikkat çeken Resûlullah [442] Hendek Gazvesi sırasında Gatafân ve Fezâre liderleriyle anlaşma yolları arayarak mevcut ittifakı bozmaya çalışmış, yeni müslüman olan Gatafânlı Nuaym b. Mes’ûd’u bu durumdan habersiz olan yahudiler ve Kureyş ile Gatafân kabilelerinin arasını açmak için görevlendirmiştir.[443] Mekke’nin fethi sırasında şehre yakın bir yerde konaklayan orduda her askerin ateş yakmasını emretmesi ve amcası Abbas’tan Ebû Süf-yân’ı ordunun geçişini göreceği bir yerde alıkoymasını istemesi Mekke halkının direncini kırarak karşı koymalarını önleme amacını taşıyordu. Resûlullah. savaş stratejisinin bütün unsurlarını başarıyla uygularken düşmanın aynı şekilde karşılık vermesine fırsat tanımamış, bizzat katıldığı on bir büyük harekâtın sekizinde ve on yedi küçük harekâtın hepsinde taarruzda bulunarak inisiyatifi elinde tutmuştur. Bedir, Uhud ve Hendek’te düşman müslümanların üzerine gelmişse de inisiyatif yine Resûl-i Ekrem’in elinde olmuş, yüksek taktik hareketleriyle düşmanı şaşırtıp bozguna uğratmıştır.[444]
Savaşlarda en sıkıntılı durumlar karşısında bile paniğe kapılmayan ve acziyet göstermeyen Hz. Peygamber bir kumandanda bulunması gereken güçlü irade ve cesaret, sabır ve tahammül, tereddütsüz sorumluluk üstlenme, emri altındaki]eri iyi tanıma, onlara karşı âdil davranma, zorluklara birlikte göğüs germe, güven ve saygı telkin etme, süratle doğru ve tereddütsüz karar verme, yardımcılarına danışma, sır saklama, zaferle şımarmama ve yenilgiden yılmama gibi vasıflara sahipti. Mümkün olduğu ölçüde kendi zamanında mevcut askerî alet ve araçları kullanmaya önem verirken askerlerinin moralini yüksekte tutma hususunda büyük başarı göstermiş, maddî ve manevî güçler arasında mükemmel bir denge kurmuştur. İnsan psikolojisine ve sosyal ilişkilere önem vermiş, karşılıklı sevgi ve saygıyı, yönetici ve kumandanlara itaati, çekişme ve ayrılığa düşmemeyi tavsiye etmiş, askerî harekâtlar sırasında bile ashabın Özel meseleleriyle ilgilenmekten geri durmamıştır.
Düzenli orduların bulunmadığı Arap kabile toplumunda insanlar maddî güçlerine göre kendilerini koruyacak silâhlara sahip olup savaşlarda silahıyla orduya katılıyordu. Hz. Peygamber savaş durumuyla sınırlı olsa da orduyu belli bir düzen içinde oluşturmak, silâhı bulunmayanlara silâh temin etmek, yeni silâhlar ve savaş teknikleri konusunda onları yetiştirmek için tedbirler almıştır. Orduya katılacak kimselerin her yıl tesbitini bizzat yapıyor [445] ve isimlerini yazdırıyordu.[446] Kadınları da gerektiğinde savaşta yiyecek ve silâh taşıma, hastalan tedavi etme gibi hizmetlerde istihdam ediyordu.[447]
Resûl-i Ekrem genç ve yetenekli kumandanların yetişmesine büyük önem vermiş, bizzat bulunduğu askerî hare-
kâtlardaki Önderliği yanında bu savaşlarda ve özellikle seriyyelerde şahsî inisiyatif tanıyıp onları eğitmiştir. İlk yıllarda bizzat kendisi kumandanlık yaparken daha sonra bu görevin yeni yetişen kumandanlara verildiği dikkat çekmektedir.[448] Hz. Peygamber, bazı sahâbîleri kale kuşatmalarında kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğrenmekle görevlendirmiş ve Tâif kuşatmasında mancınık kullanmıştır Hendek Gazvesi sırasında Medine’nin çevresine hendek kazılması da Araplar arasında bilinen bir şey olmayıp Sel-mân-ı Fârisî’nin tavsiyesiyle yapılan bir uygulamadır. [449]Resûlullah’ın o dönemde bilinen her türlü silâhı temin etmeye çalıştığı, kılıç, mızrak, ok gibi silâhlar yanında zırh, miğfer, kalkan gibi aletleri de bizzat kullandığı bilinmektedir.[450] Sefer ve savaş sırasında parola ve üniforma sayılabilecek belli renkte sarık ve elbiseler veya belli işaretler kullanılmasını istemiş [451] ayrıca ok atmayı, ata binmeyi ve yüzmeyi teşvik etmiş, bu hususta yarışlar düzenleyerek eğitime önem vermiştir [452] Silâhlar devletin imkânları yanında büyük ölçüde bağışlarla sağlanıyor, Hz. Ömer’in naklettiğine göre Resûlullah, fey gelirlerinden ailesinin bir yıllık nafakasını ayırdıktan sonra kalan miktarla at ve silâh aldırıyordu.[453]
Hz. Peygamber ayrıca disiplinli ve başarılı bir haber alma teşkilâtı oluşturmuştu. Bir sefere çıkıldığında veya dönüşte gerek düşman hakkında bilgi edinmek gerekse yol güvenliğini sağlamak için keşif kolları çıkarır, kılavuz ve casuslar kullanır [454] gerektiğinde henüz müslü-man olmayan kimselerden de yararlanırdı.[455]
Bibliyografya :
el-Muuatta\ “Cami”‘, 4; Müsned,], 149-150; I], 231, 538; III, 441, 480; IV, 126; V, 26, 239; Dârimî, “Mukaddime”, 2; Buhârî, ‘”İlim”, 2, “Ahkâm”, 24,41-42, “Libâs”, 52, “Menâkıbü’l-enşâr”, 45, “Cihâd”, 62-68, 102, 157, 181, “tcâ-re”, 1; Müslim,”Hac”, 74,”İmâre”, 7, 13-17, “Cihâd”, 3, 6, 17-18, 48, 84-86; İbn Mâce, “Mukaddime”, 6, “Edeb”, 19, “Edirne”, 30, “Tîcâ-rât”, 6;Ebû Dâvûd.”Akzıye”, 6, “İmâre”, 4, 10, Cihâd”, 110, Edâhî”, 11; Tirmizî, “Cihâd”, 39, “Menâkıiy, 18; Nesâî, “BeyV, 33;Vâkıdî. et-Me-ğâzî. I, 7, 197; II, 480 vd., 554, 559, 757-758, 778, 821-822; III, 924, 927, 1117; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 216, 224, 229-231, 239, 245, 344-345,404,428-431,483,518, 540, 559-560, 580, 608-609,639; İbn SaU et-Taöa/câi, 1, 258-291, 312, 313, 315, 316, 322, 332, 357-358; II, 5-6; III, 109-110, 136, 221-222, 306-307; ]V, 277, 346; İbn Kuteybe. e/-MacânY(Ukkâşe], s. 231; Mes’ûdî, Mürûcü’z-zeheb (Abdiilhamîd] II, 342-343; Taberânî. eJ-Mu’cemü7-/ce£>îr(nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Kahire 1405/ 1984, XXII, 157; Hâkim, el-Mûstedrek, I, 406; III, 577; IV, 88, 92, 93; Beyhaki, Şü’abü’l-îmârı (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûi), Beyrut 1410/ 1990, M, 156; İbn Abdülber, el-İstîcâb, I, 583; II, 396; III, 72-73; Serahsî, el-Mebsût, X, 25; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Ahkâmü’l-Kur’âninşr. Ali M. el-Bîcâvî), Kahire 1394/1974, IV, 1626-1627, 1642; Süheylî. er-Rauzü’l-ünüf, VI, 206-207; VII, 93, 426-427, 516-524; İbnü’l-Cevzî, Şıfatü’ş-şafue, Beyrut 1399/1979, I, 521-522; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 1, 80; il, 356; III, 483-485; IV, 214; Nevevî, Tehfıb, 1/2, s. 26; Karâfî. e/-Furü/c, Tunus 1302,1, 249; İbn Manzûr, Muhtaşaru Târihi Dımaşfc, XVI, 248, 294, 296; İbn Seyyidün-nâs. ‘üyûnü’S-eşer, Beyrut 1402/1982, II, 141; İbn Kayyım el-Cevzîyye, Zâdü’l-me’âd, I, 125-126; Heysemî, Mecma’u’z-zeuâ’id, X, 304; İbn Hacer, et-işâbe, I, 16, 187, 286, 307-308, 332, 546; II, 30, 45-46, 421, 502, 505, 541; III, 682; IV, 465, 505; Semhûdî, Vefâ’ü’l-uefâ* bi-ahbâri dâri’l-Muştafâ, Kahire 1326, l,525;Süyûtî. Hüs-na’l-mutıâdara, II, 125; Şâmî, Sübütü’l-hüdâ, V, 560-561; VI, 9-12, 83-84; Muttaki el-Hindî. Kenzü’l-‘ummâl, VI, 41, 88; X, 612; MÜnâvî, Feyzü’l-kadlr, I, 241; Ahmed Bâbâ et-Tinbüktî, Neylû’l’İbtihâc (İbn Ferhûn, ed-Dtbâcü’l-müz-heb içinde), Kahire 1329-30, s. 252-253; Nû-reddin el-Halebî, İnsânü’l-\ıyûrt, Beyrut, ts.(Dâ-rü’1-ma’rife), [[], 100; Şehâbeddin el-Hafâri. Me-slmü’r-riyâz, Kahire 1327,1, 328; [I, 38; IV, 264; Mııhammed b. Abdülbâki ez-Zürkânî, Şerhu’i-Meuâhib, Kahire 1329, IV, 37; R. B. Smith, Mo-hammedandMohammedanism, London 1876, s. 137, 156, 201; Mahmûd Şît Hattâb, er-Resü-lü’l-kâ’id, Bağdad 1960; a.mlf., Kâdetü’n-nebî, Dimaşk 1415/1995; a.mlf., “es-Sefârât ve’r-re-sâ3ilü’n-nebeviyye: Küttâbü’ n-nebî ve mevâd-dühüm el-kitâbiyye”, e/-Meurid, XVI/1, Bağdad 1987, s. 29-50; W. Montgomery Watt, Muham-mad: Prophet and Statesman, Oxford 1961; a.mlf., “Muhammad”, ER, X,137-146; E. Gib-bon. The Decline and Fail ofthe Roman Empi-re, London 1962, V, 255; G. E. von Grunebaum. Classicallslam: A History 600-1258 {trc. K. Watson|, London 1970, s. 27, 42; R. Paret. Mo-hammed und der Koran, Stuttgart 1976, s. 138; Hamîdullah, islâm Peygamberi (Tuğ), Mİ, tür.yer.; a.mlf., Hz. Peygamber’in Sauaşla-rı oe Savaş Meydanları (trc. Salih Tuğ). İstanbul 1982; a.mlf., el-Veşâ’İku’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985; M. Tâhir b. Âşûr, Makaşıdü ‘ş-şe-rî’aÜ’l’İslâmiyye, Tunus 1985, s. 28-39; M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İstanbul 1987; M. Yasin Mazhar Siddiqui. Organİsation of Gouernment under the Prophet, Delhi 1987, tür.yer.; Philip C. Almond, Her-etic and Hero: Muhammad and the Vİctorians, Wiesbaden 1989, s. 28-31, 39-40; E. Rabbath, Mahomet: Prophetearabe et fondateur d’etat, Beyrouth 1989; Afzal Ur Rahman, Muhammad as a Military Leader, Delhi 1990; Muhammad Siddique Qureshi. Foreİgn Policy ofHadrat Muhammad, Hew Delhi 1991; Zafar Ali Qureshi. Prophet Muhammad and his Western Critİcs, Lahore 1992, 1-11; Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ue Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Ankara 1997, s. 204, 205, 208, 212,214, 215,275, 294; M. Reeves, Muhammad in Europe: A Thousand Years ofV/estern Myth-Making, Reading 2000; Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul 2001; M. Abdülhay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-İdârİyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003, I-ll, tür.yer.; İzzeddin ibrahim. “ed-Dirâsâtü’l-müte’allika bi-resâ’üî’ n-nebî ile’l-mülûk fîeaşrih”, el-Mü’errihu’i-ıArabİ, XXIII, Bagdad 1983. s. 237-262; Yoshlko Oda. “Muhammad as the Judge: An Examination of ihe Specific Quality of Muhammad’s Charismatic Authority”, Orient, XXII, Tokyo 1986, s. 58-72; F. Buh! -[A. T. VVeich]. “Muhammad”, E/^İng.), VII, 360, 375.
III. Dindeki Yeri
B) İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri.
İslâm’da imanın üç temel esasından birini nübüvvet konularının (diğerleri ulûhiyyet ve âhirettir) teşkil ettiği bilinmektedir. Kur’an’da Resûl-i Ekrem’in nebîlik konumuna temas eden âyetlerin bir kısmında onun peygamberler silsilesinin son halkasını oluşturduğu [456] peygamberlere gelen ilâhî emir ve yasaklan tebliğ edip fert ve toplumları manevî arınmaya tâbi tutma, onlara kitap ve hikmeti öğreterek hak dini yaşayacak bir olgunluğa kavuşturma görevinin Hz. Muhammed’e de verildiği ifade edilmektedir.[457] Bütün semavî din mensuplarının hürmetle anıp sahiplendiği Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kabe’yi inşa ederken sonraki toplulukların içinden bu görevleri ifa edecek bir elçi göndermesini Allah’tan dilemiştir.[458] Nübüvvetinin geçmişle bağlantısının ne olduğu hususunda sorulan bir soruya Hz. Peygamber’in verdiği cevap ilgili âyetlerin bir açıklaması mahiyetindedir: “Nübüvvetimin tarihî kaynağı atam İbrahim’in duası ve isa’nın benim peygamber olarak gönderileceğimi müjdelemesidir.[459] Yine Resûl-i Ekrem, kendisinin diğer peygamberlerle olan münasebetini mükemmel inşa edilen, fakat bir tuğlası eksik bırakılan binaya benzetir.[460] Sâffât sûresinde Hz. Nuh’tan itibaren bazı peygamberlere ismen selâm okunduktan sonra Allah’ın bütün elçilerine selâm gönderilmiş, buna bağlı olarak Hz. Peygamber de, “Bana selâm okuduğunuzda Allah’ın diğer elçilerine de selâm okuyun, zira ben de onlardan biriyim” demiştir.[461] Bu âyet ve hadisler bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed’e de iman etmenin gereğini ortaya koymaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de. Hz. Muhammed’in nübüvvetle görevlendirilip gönülleri gerçeklere açık olan topluluklara gönderilmesi ilâhî bir lütuf diye nitelendirilmekte [462] onun tebligatı ve oluşturduğu inançlı toplum, bunların tarih içinde oynadığı rol bütün insanlık için bir rahmet olarak değerlendirilmektedir.[463]
Resûl-i Ekrem’in Kur’an’ın muhtevasında çok önemli bir yer tuttuğu görülür. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul sîgasıyla gelip Hz. Muhammed’ide kapsayan 170 civarındaki âyette “resul” ve “nebî” kelimeleri geçmekte, ayrıca Peygamber’in kendisi kastedilmek üzere resul 171, nebî de otuz dokuz defa tekrarlanmakta, yirmi beş kadar âyette de “irsal” kalıbından fiillerle risâlet görevi ona nisbet edilmektedir. On üç âyette “yâ eyyühe’n-nebî”, iki âyette “yâ eyyühe’r-resûl” hitabı yer almaktadır.[464] Mâtürîdî, Allah’ın bütün peygamberlere kendi isimleriyle hitap ederken Muhammed aleyhisselâ-ma “ey resul, ey nebî” diye hitap etmesini onun diğerlerine üstünlüğünün işareti olarak kabul etmiş,[465] onun bu görüşü talebesi Ebü’1-Leys es-Semerkandî vasıtasıyla Kâdî İyâz’a da intikal etmiştir.[466] Kur’ân-ı Ke-rîm’de dört âyette Muhammed ismi yer almaktadır. Bunların ikisinde “resûlullah” tabiri geçmekte [467] birinde resul olduğu ifade edilmekte [468] birinde de dünya ve âhiret mutluluğuna erişmek için Muhammed’e inanmak şart koşulmaktadır.[469] Diğer bir âyette, Hz. îsâ’nın kendisinden sonra gelecek resulü müjdelerken onun adının Ahmed olacağını söylediği bildirilmektedir [470] Seksen altı âyette Allah ve Muhammed kastedilerek resul kelimesi vav edatı ile bir arada zikredilmiş, on yedi âyette de “bizim resulümüz”, “O’nun resulü” anlamındaki terkipler yer almıştır. Kur’an’da ikinci ve üçüncü şahıs olarak Hz. Pey-gamber’le bağlantılı zamirlerin sayısı binleri bulmakta, ona yönelik “kul” (de ki) hitaplarının sayısı 300’ü aşmaktadır.[471] Ezan içinde yer alan Muhammed ismi yirmi dört saatin her anında Allah adıyla birlikte anılmaktadır. Buna çeşitli münasebetlerle tekrarlanan kelime-i tevhid ve keli-me-i şehâdeti. farz namazlardan önceki ikâmette, ayrıca namaz içindeki Tahiyyat, Saili ve Bârik dualarında nebî ve Muhammed isminin tekrar edilişini eklemek gerekir. Çok defa dikkat çekmeyen bu iç içe sistem Hz. Peygamber’in dindeki konumunu göstermektedir.
İnsan sadece maddî sıkıntılarının giderilmesiyle huzur bulamamakta, manevî desteğe de ihtiyaç duymaktadır. Tarih dinin bu desteklerin başında yer aldığını ortaya koymaktadır. Resûl-i Ekrem de yakın ve uzak muhataplarının bu ihtiyacını derinden hissetmiştir. “Tebliğ ettiğin ilâhî mesaja inanmayacaklar diye neredeyse kendini helak edeceksin [472] “Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil kalpleri etkilenip ürperecek kimseler için bir uyarıcı olarak indirdik [473] mealindeki âyetler bu gerçeğe işaret etmektedir. Müfessirler, Hicr sûresinde görülen (15/72) “hayatın hakkı için …” anlamındaki hitabın Resûl-i Ekrem’e Allah’ın bir iltifatı sayıldığını, böyle bir mazhariyetin başka hiçbir peygambere nasip olmadığını İfade eder.[474] Eski peygamberlerin hitap ettiği kavimler çoğunlukla iman etmedikleri için helak edildiği halde Hz. Muhammed’e, kendisi kavminin içinde bulunduğu sürece onların dünyevî bir cezaya mâruz bırakılmayacağı bildirilmistir.[475] Mi’rac dolayısıyla İsrâ ve Necm sûrelerinde Resûlullah’ı yüceltici ifadeler kullanılmış, Kevser sûresinde birçok iyilik ve güzelliğin ona verildiği zikredilmiştir. Bu sûrede yer alan Kevser ile İsrâ sûresinde (17/79) Resûl-i Ekrem’e vaad edüen makâm-ı rnahmûd bir arada düşünüldüğünde Peygamberin getirdiği mesajın dünya var oldukça etkinliğini sürdüreceği yolunda bir sonuca ulaşmak mümkündür.
Bütün peygamberler hitap ettikleri toplumları eğitime tâbi tutmakla görevlendirilmiştir. Çeşitli âyetlerde Resûl-i Ekrem’e muhataplarını manevî kirlerden temizleyip arındırması yolunda faaliyet göstermesi, huzur ve sükûnete kavuşmaları yönünde kendilerinin de şahit olacağı şekilde dua ve niyazda bulunması emredilmiş şahsına karşı işleyebilecekleri kusurları affetmesi, ayrıca günahlarının bağışlanması için Allah’tan mağfiret dilemesi istenmiştir.[476] Âyetlerde Peygamber ile münasebetleri konusunda topluma da sorumluluklar yüklenmiş, fertlere Allah tarafından görevlendirilen bir elçinin mutlak itaatle karşılanması gerektiği hatırlatılmış, günah işlediklerinde Peygamber’e başvurup af dilemeleri, Peygamber’in de kendileri için bağışlanma talebinde bulunması halinde Cenâb-ı Hakk’ı fazlasıyla bağışlayıcı ve merhametli bulacakları bildirilmiş [477] ayrıca müminlerin resuiün duasını istemeleri tavsiye edilmiştir.[478]
Çeşitli âyetlerden hareketle bir müslü-manın Resûl-i Ekrem’e karşı görevlerini, dolayısıyla gerçek bir mümin olmasının şartlarını ona inanmak, itaat etmek, onun izinden gitmek, onu sevmek ve salâtü selâmla anmak şeklinde beş kategori halinde sıralamak mümkündür. Kur’an’da Hz. Peygamber’in risâletinin bütün insanları kapsadığını belirten âyetin devamında Allah ile birlikte resulüne de iman edilmesi emredilmiş [479] bu emir başka âyetlerde iman ve itaat şeklinde tekrarlanmıştır [480] Kur’ân-i Kerîm’in on iki yerinde emir şeklinde, beş âyette fiil kalıplarıyla Allah’a itaatle resulüne itaat beraber zikredilmiş [481] resule itaat edenin Allah’a itaat etmiş sayılacağı belirtilmiş, Allah ile birlikte resulüne itaatin kadın ve erkek müminlerin şiarı olduğu bildirilmiştir.[482] Kâdî İyâz, Cenâb-ı Hakk’ın bu tür âyetlerde kendi ismiyle resulünün ismini, kendisine itaatle resulüne itaati iştirak ifade eden atıf “vâv”ı ile yanyana getirdiğini, böyle bir bağlantının Hz. Muhammed’-den başkası için mümkün olmadığın! kaydetmiştir.[483]
Kur’an’da her şeyi kuşatan ilâhî rahmetten faydalanacak kimselerin nitelikleri belirtilirken Tevrat’ta ve İncil’de kendisine atıfta bulunulan ve ümmî bir nebî olan resule tâbi olmalarından söz edilir böylece yahudilerle hıristiyanların da ona inanmaları gerektiğine işaret edilir. “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın” mealindeki âyet [484] Hz. Peygamber’in Asr-ı saadetteki muhatapları yanında bütün insanlığa bir çağrıdır. Ayrıca meşakkatli Tebük Seferi’ne katılan muhacir ve ensar gruplarının “zor gününde nebîye uyma” sınavını başardıkları için ilâhî rahmet ve yakınlığa lâyık görüldüğü bildirilmektedir. Bu olayla ilgili âyetlerin sonuncusunda, “Medine halkına ve onların çevresindeki be-devî Araplar’a Resûlullah’tan geri kalmaları ve onun hayatından önce kendi hayatlarını düşünmeleri yakışmaz” denilmek suretiyle Hz. Peygamber’e gösterilmesi gereken saygı ve bağlılık vurgulanmıştır.[485]
Diğer nebilerin yanında Hz. Muham-med’in de muhataplarının hak dini benimseyip ebedî mutluluğa erişmelerini gönülden arzu etmesi ve bunun gerçek-leşmemesinden derin üzüntü duyması onun insan sevgisinin bir göstergesidir. Resûl-i Ekrem insanların Allah’ı tanımalarına ve sevmelerine aracı olduğuna göre [486] hem yaratanı hem yaratılmışı seven bir insandır. Kendisi “ha-bîbullah” olduğunu, fakat bunu övünme vesilesi kılmadığını söylemiş [487] habîbullah nitelemesi müslümanların “resû!ullah”tan sonra en çok tekrar ettikleri vasıf olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber’in müminlere kendi canlarından daha yakın olduğu [488] sıkıntıya düşmeleri halinde üzülüp üzerlerine titreyen, şefkat ve merhamet gösteren bir duyarlılığa sahip bulunduğu [489] ifade edilmektedir. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem muhatapları karşısındaki konumunu, ateşe düşmekte ısrar edenleri bellerinden yakalayıp kurtarmaya çalışan kimsenin durumuna benzetmiştir.[490]
Ebû Abdullah el-Halîmî. Resûlulla özelliklerini bilen aklıselim sahibi bir I nin onu babasından ve hocasından d çok sevmesi gerektiğini söylemiş, bu da bazan sevginin sevilenden beklen lecek menfaatlerden kaynaklandığına ret etmiş, ancak Peygamber sevgis bu merhaleyi aşarak tazim ve hürmet recesine yükselmesinin lüzumunu be mistir.[491] Resûl-i rem, muhtemelen övünç vesilesi ol; algılanmaması ve sonraki dönemle Hıristiyanlık’ta görüldüğü gibi aşırı te kilere yol açmaması için kendisinin üs lüğünü dile getiren beyanlara fazla vermemişse de birçok hadis mecmu; da Peygamber sevgisine dair bazı if; leri mevcuttur. “Sizden hiçbiriniz ben basından, evlâdından ve bütün insaı dan daha çok sevmedikçe iman etmiş maz” mealindeki hadis [492] bunlardan bir Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygam lere, seçkin kullara ve cennet ehlim lah’ın selâmı İfade edildiği gibi [493] Al!; ve meleklerinin Peygamber’e saiât e leri bildirilerek müminlerden de ona: tü selâm getirmeleri istenmiştir.[494] Allah’ın birine salâtı “raht günahlardan arındırma, manevî mak, nı yüceltme” mânasına kabul edilmiş, [eklerin ve müminlerin salâtı da o kir nin bağışlanıp yüceltilmesi şeklinde rumianmıştır [495]Namazlarda tekrar edilen Tahiyyat ı sında Allah’a, Peygamber’e, namaz k ların kendilerine ve Allah’ın bütün : kullarına salâtü selâm okunur, ardır Resûl-i Ekrem’e ve Hz. İbrahim’e öze lât ve bereket dualarında bulunulur tür metinler Hz. Muhammed’in ki sünnet. İslâm inancı ve dolayısıyla İbc teki konumunu göstermektedir.
Müminlerin Hz. Peygamber’e karş revleri sıralandıktan sonra belirtili gereken bir husus da ona karşı saye lık gösterilmesine izin verilmeme; Bütün peygamberler, inkarcıların I kuvvete dayanan reaksiyonlarının ya ra psikolojik eziyetlerine de mâruz mıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de “nebîye vey lah’a ve resulüne eziyet” diye ifade len, dünyada ve âhirette lanete ve t verici cezaya sürükleyeceği haber ve bu davranış [496] II. (VIII.) yüzyıldan itibaren günd getirilmiş, muhtemelen ilk defa Kâdi tarafından derli toplu olarak ele alınmıştır [497] Peygamber’e eziyet alay, küçümseme, çekiştirme, ayıplama, iftira, aile hayatını karalama vb. şekillerde olabilir. “Seb” ve “şetm” (dil uzatma, ta’netme, şahsiyetini zedeleyici asılsız eleştiriler yapmal kelimeleriyle ifade edilen bu tür eziyetler dinî ve ahlâkî hayata maddî eziyetlerden daha büyük zararlar getirebilir. Âlimler Hz. Peygamber’e dil uzatan müşrik, münafık, inkarcı ve bozguncuların zararlarını ortadan kaldırmak için bazı maddî müeyyideler belirlemiştir.[498]
Kur’an’da Cenâb-ı Hakk’ın, resulü Mu-hammed’i bütün dinlere hâkim olacak hak dinin nebîsi olarak gönderdiği [499] onu peygamberlerin sonuncusu yaptığı [500] Kur’an’ı bozulmak ve yok olmaktan koruyup kendi muhafazası altına aldığı [501] hak dinin son halkasını teşkil eden İslâmiyet’i nihaî şekline erdirdiği [502] ve ondan başka din arayışına kalkışanın bu davranışının asla kabul görmeyeceği [503] ifade edilmiş, bu suretle Resûluilah’ın son peygamber olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca bunu belirten birçok rivayet hadis kitaplarında yer almıştın. Hz. Muham-med’e verilen risâletin evrenselliği çeşitli âyetlerde belirtilmektedir.[504] Son peygamberin nübüvvetinden günümüze kadar geçen on dört asırlık zaman içinde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlar olmuşsa da bu hareketler sapkınlık olarak değerlendirilmiş ve iddia sahipleri kitleleri etki I eyemem iştir. Bu sosyolojik realite sözü edilen faaliyetlerin ilâhî irade ve planla da bağdaşmadığını göstermektedir.[505]
Allah nezdinde makbul ve seçkin insanlar olan peygamberlerin arasında üstünlük farkının bulunduğu Kur’an’da bildirilmiştir.[506] Re-sûl-i Ekrem, övünç vesilesi yapmadan kendisinin insan türünün ve kıyamet gününün efendisi olduğunu söylemekle birlikte. Yine, “Meryem oğlu îsâ aşırı bir şekilde Övüldüğü gibi beni de Övmeye kalkışmayın” demiş [507] veko-nuşması sırasında onu överken aşırılığa kaçan bir sahâbîyi uyarmıştır.[508] Kâdî İyâz, Hz. Peygamberin beyanları arasındaki farklılığı tevazu gösterme, diğer peygamberlere bir nakısa getirmeme ve esasen nübüvvetle risâletin kendisinde bir üstünlük tercihinin bulunmaması gibi sebeplerle açıklamıştır.[509]
Kur’ân-ı Kerîm’de geçmiş peygamberler için “abd” ve “beşer” kelimeleri kullanılmış, on âyette Resûlullah’tan abd olarak söz edilmiş, ayrıca beşer olduğunu söylemesi emredilmiştir.[510] Bu husus birçok hadiste de yer almıştır.[511] Resûl-i Ekrem kendisine hürmette aşırıya kaçılmasını menetmiş [512] ölüm döşeğinde iken. peygamberlerinin kabrini mâbed edinenleri ağır bir dille yermiş, müslümanları böyle bir davranıştan sakindırmıştır.[513]
İslâm dininde Peygamber sevgisine büyük önem verilmekle birlikte bütün sevgilerin üstünde Allah sevgisinin bulunduğu özellikle belirtilmiştir.[514] “Bir şeyi aşırı derecede sevmen gözünü kör, kulağını sağır edebilir” mealindeki hadisin de işaret ettiği gibi [515] Peygamber sevgisi onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve dindeki konumuyla paralel olmalıdır. Ehl-i kitap, aslında tek tanrı inancına sahip olduğu halde peygamberlerine beşer üstü bir konum biçmiş, böylece tevhid ilkesini zedelemiştir.[516] İslâm tarihinde Hz. Peygamber’İ tanrılaştırmaya kadar giden inanç grupları ortaya çıkmamişsa da onun gerçek hayatı, şahsiyeti ve konumuyla bağdaşmayan bazı aşın telakkiler bilhassa halk kitleleri arasında etkili olmuştur. Zaman zaman yabancılar tarafından Resûl-i Ekrem’in şahsiyetiyle ilgili yakıştırmalar ileri sürülmüş, bunun yanında Peygamber’İ yüceltme amacıyla asılsız rivayetler ve hayal ürünü malzemeler de üretilmiştir. Aklî ve naklî ilimler alanında uzman olan bir kısım âlimler dahi Resûlullah’a dair haber ve rivayetlerde bazı yanlışlıklara düşmüştür. Nitekim Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minhâc il şu’a-hi’1-îmûn adlı eserinin Peygamber sevgisine ayırdığı bölümlerinde sahih olmayan birçok rivayeti toplamıştır. Aynı şey. Kâdî İyâz’ın eş-Şifâ3 ve Süyûtî”-
nin el’Haşâ\şü’l’kübrâ adlı eserleri için de söz konusudur. Süyûtî, el-Le’âli’l-maşnüVsında mevzu olduğuna hükmettiği rivayetlerle ilk dönem muhaddisleri-nin zayıf veya mevzu kabul ettiği nakillerine bile bu eserinde yer vermiştir. Hz. Muhammed’in şahsiyetini doğru olarak bilip tanımak, iman ve gönül hayatını ona göre düzenlemek her müslümanın önemli görevlerinden biridir. Zira Muhammed aleyhisselâmın Kur’an ve Sünnet ile sahih siyer kitaplarında yer alan gerçek şahsiyeti taklit edilip uyulması mümkün olan en güzel örnektir.
Bibliyografya :
Râgıb el-İsfahânî, ei-Müfredât, “cazr”, “siy” md.Ieri; M. F. Abdülbâki. el-Mu’cem, “nb’e”, “rsl”, “kvl”, “tvca”, “sim”, “rabd”, “bşr” md.le-ri; Wensinck, el-Mu’cem., I, 183 |”bşr” md.]; IV, 108, 109 (‘”abd” md ], Müsned,I, 23-24, 395, 410, 429-430, 462; II, 241, 428. 460; III, 249; IV, 127, 128, 194, 256, 379, 381; V, 194, 227, 262; VI, 450; Dârİmî. “Mukaddime”, 8; Buhârî. “Menâkıb”, 18, “îmân”, 8, “Enbiy┑, 3, 24, 35, “Tefsir”, 17/5, “Huşûmât”, 1, “Hudûd”, 31, “Şalât”, 55, “Ezan”, 95; Müslim. “Fezâ’il”, 17-18,21-23, 160-163, 166-167, “îmân”, 69, 337-338, “Cunfa”, 48, “MesâncT, 19-23, “Şalât”, 35-38; Ebû Dâvûd. “Sünnet.”, 13, “Nikâh”, 40, “Edeb”, 116;Tirmizî,”Menâkıb”, i,”Edeb”, 82, “Radâc”, 10; Taberi. Câmi^u’l-beyân [nşr. Sıdki Cemîl el-Attâr). Beyrut 1415/1995, XXIII, 139; Mâtürîdî, Te’uüâtü’l-lSur’ân, Süleymaniye Ktp,, Mihrişah, nr. 176, vr. 183b; Ebû Abdullah el-Halîmî, el-Minlıâcfişu’abi’l-İmârUnşr. HilmîM. FÛde), Beyrut İ399/1979, II, 45-178; Kâdî İyâz. eş-Şifâ\ I, 24. 62, 307-309; II, 625-627, 932-1046; İbn Kesîr, Tefsîrü’i-Kur’ân.Beyrut 1385/ 1966, VI,43; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ’, Kahire 1351, I, 343-344; Şevkânî, Fetlm’l-kadîr, Kahire 1349-51, III, 132; Muhammed Abduh. Risâletü’t-teu-/îfd(nşr. M. Reşîd Rızâ), |baskı yeri ve tarihi yok| (Dâru ibn Hazm|, s. 160-161; Bekir Topaloğlu, “Peygamber’e Saygısızlığın Dinî Hükmü”, Hz, Peygamber ue AiieHayatı (haz. İ. Liitfi Çakan -İsmail Kurt). İstanbul, ts. (İlmî Neşriyat), s. 429-445.
B) İbadet Hayatı ve Hukuktaki Yeri.
Hz. Peygamber’in, içinde yetiştiği toplumun dinî telakkilerinin merkezinde yer alan çok tanrı inancından ve putlara tapma gibi ritüellerden baştan beri uzak durduğu, peygamberlik öncesinde Kabe’yi tazim gibi İslâm’daki ibadet anlayışına paralel dinî davranışlarda bulunduğu bilinmektedir. Onun vahiy almadan önceki dönemde geçmiş peygamberlerden birinin dinine göre amel etmekle yükümlü olup olmadığı meselesi İslâm âlimlerince geniş biçimde tartışılmıştır. Hz. Muhammed’in tâbi değil metbû sayıldığı gerekçesiyle buna olumsuz bakanlara karşılık bazı delillerden hareketle ve Âdem. Nûh, İbrahim, Mûsâ, îsâ isimlerini tasrih ederek belirli bir peygamberin dinine uyduğunu ileri sürenler yahut izlediği yolun bütün peygamberlerin dinine uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Birçok usulcü ise aklen mümkün görünse de böyle bir mükellefiyetin fiilen varlığı konusunda delil bulunmadığı için bir hüküm belirtmenin doğru olmayacağı kanaatindedir. Resû-lullah’ın hayatını inceleme ve değerlendirme açısından önem taşıması bir yana, muayyen bir naklî bilgiye değil değişik naslardaki ifadelerin yorumuna dayanan bu görüş ve tartışmaların bizzat Resûl-i Ekrem’in yükümlülüğü açısından pratik sonucunun bulunmadığı genellikle kabul edilir. Bu konunun fıkıh usulündeki asıl önemi ise Kitap ve Sünnet’te anılan, fakat yürürlükte bırakıldığı veya kaldırıldığı bildirilmeyen önceki İlâhî dinlere ait hükümlerin müslümanlar bakımından da kaynak değeri taşıyıp taşımamasıyla ilgilidir.[517]
Kur’ân-i Kerîm’de kendisine itaatin Allah’a itaat etmek gibi olduğu ve Kur’an’ı insanlara açıklamakla görevlendirildiği bildirilen Hz. Muhammed’in [518] teşri” içerikli söz. fiil ve onaylarının kitaptan sonra ikinci ana kaynak sayılması, ibadetlerin yanı sıra hukukî İlişkiler alanına ait meselelerin hükümlerini delillerden çıkarma işini üstlenen fıkıh ilminin bütün İslâm âlimlerince kabul gören temel ilkelerinden biri olduğundan, Resûl-i Ekrem’in hayatının peygamberlik sonrası dönemi İslâmiyet’teki ibadet ve hukuk ahkâmı bakımından özel bir önem taşır. Usûl-i fıkıhta bu anlamıyla sünnet delili çok geniş biçimde incelenmiştir. Hadislerin rivayetiyle ilgili meseleler yanında değişik sünnet türlerinden ve özellikle Hz. Peygamberin fiillerinden farklı mânalar çıkarılabilmesi olgusu ve sünnetin kitap delili karşısındaki konumu etrafında gelişen metodolojik tartışmalar bu konuda zengin bir literatürün oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu arada Resûlullah’ın teşri’ içerikli tasarruflarının peygamber sıfatıyla yahut hâkim veya devlet başkanı gibi bir sıfatla işlenmiş olması da bunlara bağlanacak sonuçlar açısından önemlidir. Doğrudan peygamberlikle ilgisi bulunmayan ordu düzeni, meyve ağaçlarına aşı yapılması gibi konularda Resûl-i Ekrem’in kendi bilgi ve tecrübesine göre kararlar verdiği hususu genel kabul görmekle birlikte onun şer’î hüküm kapsamına giren meselelerde ic-tihad yoluyla -vahiy almadan- açıklama yapmasının mümkün olup olmadığı hususu tartışılmıştır. Şer’î hüküm ve re’y kavramlarının tanım ve kapsamıyla ilgili görüş farklılıklarının etkisi altında cereyan eden bu tartışmalarda iki temel yaklaşımdan biri Hz. Peygamber’in ictihad yoluyla bir şey söylemediği, diğeri de bunun mümkün olduğu yönündedir. Hatta ikinci grupta yer alan Hanefî usulcüleri-ne göre Resûl-i Ekrem gerektiğinde ictihad etmekle görevlidir ve bu konuda ümmetine örnek teşkil etmiştir. Bununla birlikte onun içtihadı vahyin kontrolünde olmasıyla başkalannınkinden ayrılır; diğer bir ifadeyle onun ictihadla ulaştığı sonuçlar vahiyle düzeltilmemişse isabetinde tereddüt kalmaz ve vahiyle sabit hükümler gibi hüccet kabul edilir.[519]
Hz. Muhammed’in sîreti. ibadet kavramının “Allah’ın hoşnutluğunu kazanma çabası içinde olma ve bu maksatla yapılan iradî davranışlar” şeklindeki geniş anlamı esas alınarak incelendiğinde onun bütün yaşantısının bu amaca yönelik olduğu görülür. İbadetin “yaratana saygı, sevgi ve itaatin simgesi olan belirli davranış biçimleri” mânası esas alındığında ise onun başta namaz, oruç, zekât ve hac olmak üzere bu kapsama giren ibadetlerle ilgili söz. uygulama ve davranışlarının özünü ve amacını Allah’a tam bir teslimiyetle, içtenlikle, sırf O’nun rızasını gözeterek, vahiyle bildirilenlere sadık kalarak kulluk yapma ve ruhu arındırma çabası içinde olma şeklinde ifade etmek mümkündür. İbadetin şekli konusunda Resûlullah’ın kendisinin örnek alınmasını istemesi [520] dar anlamıyla ibadetin vahyin sınırları içinde kalması gerektiği hususunda bir uyandır. Resûl-i Ekrem cemaatle namazı teşvik etmiş ve ashabına bizzat imamlık yaparak bu konudaki örneklik misyonunu hayatı boyunca sürdürmüştür. Birçok hadisinde genel olarak temizliğin ve manevî arınmanın önemini vurguladığı gibi bazı ibadet şekillerinde beden, elbise ve ibadet mahallinin maddî temizliğinin, ayrıca bir çeşit ibadet temizliğinin (hükmî temizlik) şart olduğunu bildirmiştir.[521] Hz: Peygamber’in günlük yaşayışını inceleyen eserlerde ibadetlere ilişkin uygulamalarına da geniş yer verilmiş olup bunların müslümanlar açısından ne anlam ifade ettiğini belirlerken onun İbadet hayatını bir yandan peygamberlik görevinin, öte yandan şükreden bir kul olabilmenin [522] icapları arasında dengeleyerek düzenlediği göz ardı edilmemelidir. Nitekim Hz. Muhammed’in bu alandaki bazı uygulamalarının ümmeti için bir ölçü sayılmadığı veya aynı hükmü taşımadığı naslarda ifade edilmiştir. Meselâ visal orucu ümmeti için caiz değildir ve ona farz olan teheccüd namazı ümmeti bakımından nafile ibadetlerdendir. Diğer taraftan Resûlullah’ın ibadetlere ve günlük yaşantıya ilişkin uygulamalarından bunların dinî bildirim içermekle birlikte vücûb düzeyinde bağlayıcı olmadığı sonucuna ulaşılanlar teklifi hüküm terminolojisinde mendup kavramıyla, Hz. Peygamber’in verdiği önem derecesine göre de sünnet-i müekkede, sünnet-i gayri müekkede, mendup. müstehap gibi kavramlarla ifade edilir. Fakat hacdaki bir kısım uygulamalarında görüldüğü gibi bir ibadetle ilişkili olan bazı fiilleri bir kısım âlimlerce ibadet amaçlı sayılırken bazıları tarafından başka gerekçelerle açıklanmıştır. Bu arada Resûl-i Ekrem’in teşrîî otoritesi ibadetler kapsamında mütalaa edilen helâl-haram meseleleri açısından değerlendirilirken kendisinin dünya nimetlerinden haz alan ve buna bağlı tercihlerde bulunan bir beşer olduğu da [523] göz ardı edilmemelidir. Bu sebeple usul âlimlerince, onun sırf beşer olarak İşlediği fiillerin yükümlülük ifade eden şer’î hükümlere dayanak kılınamayacağına, ancak mubahlık hakkında özel delil sayılabileceğine, bütün terklerinden de haramlık sonucunun çıkarılamayacağına dikkat çekilir. Hz. Peygamber’in, sofradaki yemeğin kızarmış bir keler olduğunun açıklanması üzerine yemekten vazgeçtiğini farkeden ve onun haram mı olduğunu soran sahâbîye, “Hayır, bizim yörede bulunmaz, hoşuma gitmediği için yemiyorum” cevabını vermesi [524] bu hususu desteklemektedir. Resûlullah’ın bu alandaki bildirimlerinden ve ümmetine örnek olmak üzere yaptığı uygulamalardan çıkan önemli bir sonuç da şudur: İbadet hükümlerinde insana gücünün üstünde bir görev yüklenmemesi, kolaylık ve kolaylaştırma temel ilke olmakla birlikte kişinin de belirtilen çerçevede kalan yükümlülüklerin aşkın bir kaynaktan geldiği, yüksek hakikat ve hikmetler içerdiği inancını koruyarak tam bir teslimiyet içinde bulunması ve bunların meşakkatini bir külfet değil yüce varlığa kul olma hazzını tattıran görevlerin tabii uzantısı şeklinde telakki etmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, bazı dinî yükümlülükleri ağır bulan ve İslâmiyet’e şartlı olarak girmek isteyen kişilere ve gruplara tâviz vermemiş, sadece onların içinde bulunduğu şartlara göre geçici kolaylıklar sağlamıştı.[525]
Diğer taraftan müslümanların Resûl-i Ekrem’e karşı vecîbeleri kapsamında bazı özel hükümler vardır ki bunların bir kısmı onun hayatından sonrası için de yürürlüktedir. Meselâ Peygamber’e itaat ve sevgi ilkesi sahâbîleriyle sınırlı olmayıp bütün müminler için geçerli ve önemlidir. Salavat getirerek onun İçin dua edilmesi ve ona olan sevgi ve bağlılığın değişik vesilelerle tazelenmesi emir ve tavsiye edildiği gibi [526] fıkhî hükmü hakkında mezhepler arasında farklılıklar olsa da- namazların her oturuşunda diğer sâ-lih kullarla birlikte Peygamber’in özel olarak selâmlanmasın! içeren Tahiyyat duasının okunması [527] ve bazı namazların ilk oturuşuyla bütün son oturuşlarda Resûlullah’ın yanı sıra İslâmiyet’in tebliğinde seçkin bir yere sahip olan ailesine salât okuyarak [528] minnetle anılması namazın tâli unsuru sayılmıştır. Bu kapsamdaki hükümlerin bir kısmı ise sadece belirli bir süre uygulanmış veya onun yakın çevresindeki müminleri muhatap almıştır; ancak bunlardan çıkan sonuçlar da bütün müslümanlar için önem taşır. Meselâ Hz. Peygamber’le özel görüşme yapmak isteyenlerden hali vakti yerinde olanların fakirlere bağışta bulunması emrinin [529] asıl hedefi gerçekleşince tasadduk hükmünün bir kural halinde işletilmesine gerek kalmamıştır. Fakat müslümanların böyle bir tecrübe yaşamaları, geride bir yandan Resûl-i Ekrem’in nezaketine ve insanları incitmemek için gösterdiği hassasiyete dikkat çeken, öte yandan imkânı olanların ihtiyaç sahiplerini sürekli gözetme vecîbesine vurgu yapan öze! bir mesaj bırakmıştır. Resûlullah’ı ziyaret ederken, onun hu-zurundayken ve ona hitap ederken âdâb-ı muaşerete uyma hususunda daha özenli davranılmasını emreden, onu üzecek hareketleri yasaklayan ve onu incitmeyi Allah’ı incitme gibi niteleyen âyetler de [530] şeklen onun hayatıyla sınırlı hükümler içermekle birlikte, bunların bütün müminler için peygamberlik makamına ve Resûl-i Ekrem’in hâtırasına gösterilmesi gereken saygı hususunda dikkatli olunması mesajı taşıdığı açıktır.
İslâm tebliğinin temel ilkelerinden olan tedrîcîlik uyarınca hukukî ilişkiler alanındaki bozuk yapının ıslahı için önce inanç ve ahlâk temellerinin hazırlanmasına ağırlık verilmiş, bu alanda toplu bir düzenleme yapma cihetine gidilmemiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye yerleşirken oradaki yetkililerin katılımıyla oluşturduğu esas teşkilât içerikli metin, bir yandan dışa karşı tek bîr yönetici tarafından temsil edilecek siyasî birliği tescil ederken öte yandan müslümanların kendi içinde bağımsız bir sosyal yapı teşkil ettiklerini, dolayısıyla Mekke dönemindekinden farklı olarak hukukî yaptırımları olan kurallar döneminin başladığını gösteriyordu. Günümüze ulaşan bu yazılı belgeden Hz. Muhammed’in, yeni kurulan siyasî birliğin başkanı ve içeride farklı gruplar arasında çıkabilecek ihtilâfların nihaî yargı mercii olduğu anlaşılmaktadır ve uygulama da bu yönde gerçekleşmiştir. Müslümanlar bakımından yapılacakyeni hukukî düzenlemelerin vahye dayanması esas olduğundan teşri” erkinin merkezinde Resûlullah’ın yer alması tabii idi. Kaldı ki. Hz. Peygamber’in ve onun sağlığında sahabenin ictihad ettiğini kabul edenlere göre de, Resûl-i Ekrem’in bu içerikteki İcti-hadî görüşleri doğrudan ilâhî vahiyle ve Peygamber’in muttali olduğu sahabeye ait ictihadlar onun tarafından düzeltil-memişse neticede vahiy kapsamında sayılmaktadır. Yargı ve yürütme erklerinin işletilmesi ise Resûlullah’ın bizzat yetki kullanması veya başkalarını yetkilendirmesi yoluyla gerçekleşmekteydi.
Hz. Peygamber’in hukukî ilişkiler alanında tebliğ ettiği ilke ve hükümlerle ortaya koyduğu Örnek uygulamaların ortak hedefi daha çok belli kişi ve grupların menfaatlerini korumaya yarayan, bilgisizlikten beslenen, taklide dayalı bozuk yapının değişmesi yönünde bir zihniyet inkılâbı gerçekleştirmek; ilâhî iradeye aykırılık taşımamak şartıyla adalet ve maslahatın dengelenmesine dayalı bir meşruiyet anlayışı tesis etmek; İnsanın insan olmaktan kaynaklanan değerlerini korumak: yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerde hukuku hâkim kılıp keyfîliği önlemek; barışı, zulüm ve zorbalığa karşı tavır koymayı esas alan bir milletlerarası ilişkiler düzeni kurmak şeklinde özetlenebilir. Eskiye ait her şeyin sökülüp atılması amaçlanmadığından Resûlullah’ın getirdikleriyle İslâm öncesi döneme ait olanlar arasındaki ilişki hep ilga yönünde olmamış, İslâm teşriinin ilkeleriyle çatışmayan, toplumda köklü yer tutmuş kural ve kurumların önemli bir kısmına dokunulmamış veya değişiklikler yapılarak korunmuştur. Bazı kavâid müelliflerinin İbadetler ve hukukî ilişkiler alanındaki bütün sonuçlan kuşatıcı nitelikte kabul ettiği beş temel prensip, kitabın yanı sıra Hz. Peygamber’in birçok söz ve uygulamasından destek alır. Bunlardan Me-celle’öe, “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir [531] “Zarar izâle olunur [532] şeklinde ifade edilenler özellikle Resûlullah’ın cevâmiu’l-kelimden (veciz sözler) sayılan, “Ameller ancak niyetlere göredir” “Zarar vermek de zarara zararla mukabele etmek de yoktur [533] mealindeki hadislerine dayandırılır. Hakkında özel düzenleme bulunmayan durumlarda örf ve âdetin hakem rolü üstleneceğini belirten, “Âdet muhakkem-dir” kaidesi de [534] yukarıda temas edilen sosyal gerçekliklerin dikkate alınması yönündeki teşri” siyasetinin özlü bir ifadesidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği hükümlerin ve gerçekleştirmeyi hedeflediği zihniyet inkılâbının doğru anlaşılabilmesi açısından onun olumsuz bulduğu davranışlar hakkındaki sözlerini bizzat kendisinin onları yapmama şeklindeki uygulamalarıyla pekiştirmesinin ayrı bir önemi vardır. Meselâ kölelik bir hamlede ve kesin biçimde kaldırılmamakla birlikte Kitap ve Sünnet’te bu kurumun tedricen kalkmasını sağlayacak düzenlemelere yer verilmiş, Resûl-i Ekrem de kölelere iyi muamele edilmesini, hatta onlara ailenin bir ferdi gibi davranılmasını ısrarla istemiştir.[535] Bizzat kendisinin peygamberlik öncesinde hediye edilen köleyi azat etmesi ve daha sonra bu tavrına sahip çıkması, Medine döneminde köle edinme imkânları varken bu yola tevessül etmediği gibi hukukî yollarla mülkiyetine geçen köle ve cariyelerini de uzun süre bu statüde tutmayıp tamamını hayatta iken azat etmesi [536] onun insanın özgürlüğüne verdiği değer hakkında önemli mesajlar içerir. Yine, evlilikte karşılıklı hak ve ödevlere riayetin önemini belirtmekle birlikte sosyal gerçeklik olarak kadının mağduriyetini dikkate alan Resûl-i Ekrem erkekler hakkında en iyi olmanın ölçütünü eşine iyi davranma şeklinde belirlemiş, kendisi de birçok evlilik yapmış olmasına rağmen hiçbir eşine nezaket sınırlarını aşan bir muamelede bulunmamış [537] aile kurumunun kadına değer verilmesi esasına dayalı olması gerektiği hususunda kesin bir tavır ortaya koymuştur. Aynı şekilde öç almanın tutku haline geldiği bir toplumda yetişmesine, kendisini intikam almaya yöneltecek şartların bulunmasına rağmen hayatı boyunca kişisel bir öç alma yoluna girmemiş, intikam konusundaki olumsuz bakışını.[538]
İbadetlerde olduğu gibi hukuk alanında da Hz. Peygamber’e özgü birtakım hükümler bulunduğu ve naslarda onun konumuna özel atıflar yapıldığı görülür. Kendisine bir imtiyaz tanınmasının söz konusu olmadığı bu hüküm ve atıflarla onun peygamber veya devlet başkanı sıfatına, dolayısıyla görevinin yüklediği ağır sorumluluğa yahut bu konumunun müminler tarafından iyi algılanması gereğine dikkat çekmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim torununun zekât hurmalarından bir tane almasına bile müsaade etmeyip zekât gelirlerinin kendisine ve ailesine helâi olmadığını belirtirken [539] aynı zamanda yönetimi kendisine verilen kamu mallarının şahsî serveti olmadığını da anlatmış oluyordu. Yine zekât dışındaki devlet gelirlerinden pay alma konusunda yetkisini kullanırken asgari geçim şartlarını esas almış ganimeti, diğer peygamberler gibi o da ailesine zikre değer maddî bir miras bırakmamıştır. Buna karşılık kamu malına göz dikenlerin yüklendiği ağır vebale dikkat çektiği, aldatma yoluyla kazanç sağlayanları şiddetle kınadığı [540] bilhassa malî konularda keyfîliği önleyıp şeffaf yönetim ilkesini titizlikle uyguladığı halde bunu idrak edemeyen ve Resûlullah’ı üzecek tavırlar ortaya koyan kişiler uyarılmış, onun konumuna ve görevinin bir parçası olan takdir yetkisine saygı gösterilmesi istenmiştir.[541] Dörtten fazla hanımla evlenmesine izin verilmesi ve daha sonra eşlerini boşayıp yeni evlilikler yapmasının yasaklanması da [542] Hz. Peygamber’e has olup evlilik hayatının büyük bölümünü tek eşli geçirdiği dikkate alındığında bunların bazı hikmetlere dayalı istisnaî hükümler olduğu anlaşılır.
Resûlullah’ın asıl görevi ilâhî mesajı tebliğ etme ve açıklama olmakla beraber konumu ve içinde bulunduğu şartlar onun topluma liderlik yapması, dolayısıyla sadece kendisinin değil ailesinin de ilgi odağı olması sonucunu beraberinde getirmişti. Bu konumun aslî görevin lâyıkıyla yerine getirilebilmesi açısından taşıdığı önemi ve ilgililerin bu husustaki ağır sorumluluğunu hatırlatmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber ailesi hakkında toplumsal refahtan pay alma arzusunu sınırlamaktan aile üyeleri dışında kalanlarla görüşme usulüne varıncaya kadar bir dizi özel hüküm ve uyarıya yer verilmiştir. Re-sûlullah’ın eşlerinden, ya peygamber hanımı olarak kalma yahut dünya nimetlerinden yararlanan sıradan bir fert olma arasında seçim yapmalarının istenmesi onları bilinçli bir statü tercihine yöneltirken bunun şeref yönü ve külfetiyle birlikte çok özel bir statü olduğu ifade edilmiştir.[543] Resûl-i Ekrem’in müminlere kendilerinden daha yakın ve eşlerinin de onların anneleri olduğunu, vefatından sonra Peygamber eşleriyle evlenmenin ebedî olarak yasaklandığını, buna karşılık Hz. Muhammed’in eski evlâtlığı Zeyd’in veya -öz çocukları dışında- hiçbir erkeğin babası olmadığını bildiren âyetler [544] beraber değerlendirildiğinde Resû-lullah ile müslümanlar arasında hukukî sonuçları bulunan bir akrabalık bağının tesis edilmesinin değil onunla müminler arasındaki manevî yakınlık bağının vurgulanması yanında eşlerine özel bir saygı gösterilmesi gerektiğini zihinlere yerleştirmenin hedeflendiği ve bu amaçla da somut bir yasaklık hükmünün konduğu anlaşılmaktadır.
Bibliyografya :
el-Muuatta’, “Akzıye”, 1; Müsned, I, 200, 201; V, 73, 395, 424; Dârimî, “Şalât”, 42; Bu-hârî,”Bed’ü’l-vahy”, 1, “îmân”, 22, “Hayız”, 1, 7,”Zebâ:ih ve’ş-şayd”, 33, “TeFsîr”, 48/2, “Ezin”, 148,150,”Enbiyâ'”, 10, Da’avât”, 32, “Menâkıb”, 23, “Edeb”, 80; Müslim, “Taharet”. 1, 2, “İmân”, 43; İbn Mâce. “Ahkâm”, 17,”Ce-tıâMz”, 64, “Nikâh”, 51, “Cihâd”, 34; Ebû Dâvûd.”Şalât”, 73, 178-179,”Büyü1″, 5;Tirmİzî, ‘Taharet”, 3, “Edeb”, 41, “Vitir”, 21, “Da’avât”, lOO/’Radâ”, 11; Nesâî. “Menâsik”, 220, “İs-ti’âze”, 13, 65; ibn Sa’d. et-Jabakâtü’i-kübrâ, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VIII, 52-150, 164-205; Cessâs, e!-Fuşûl fi’l-uşûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Kuveyt 1405/1985, III, 35-244; IV, 289-291; İbnü’t-Tallâ1, AkZıyetü Resûüllâh (nşr. M. Nizâr Temîm – Heysem Nizâr Ternîm), Beyrut 1418/1997, tür.yer.; Gazzâlî, e!-Müstaş-fâ, Bulak 1324, I, 129-173; il, 212-227; Ebû Şâme el-Makdisî, el-Muhakkak min ‘tlmi’l-uşûl Lnşr Ahmed el-Küveytîl. Amman 1409/1989, tür.yer,; Karâfî. el-Furuk, Kahire 1347 -> Beyrut, ts. [Âlemül-kütüb). I, 205-209; Abdülazîz el-Buhârî. Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1308, II,359-
404; İH, 2-104, 199-217; İbn Kayyım el-Cevziy-ye, Zâdü’i-me’âd, I-V, tür.yer.; Şâtıbî, ei-Muvâ-fakât, 1, 118; 111, 308-345; IV, 3-86; Şah Veliyyul-lah ed-Dihİevî, Hüccctuitâhi’i-bâliğa (nşr. Sey-yid Sabık), Kahire, ts. (Dârü’l-kütübi’l-hadîsel, I, 262-416; II, tür.yer.; Mecelle, md. 2, 20,36; R. Blachere. Le probleme de MahomeL, Paris 1952, tür.yer.; W. Montgomery Watt. Muhammad at Madina, Karachi 1981, s. 221-302; Muhammed el-Arûsî Abdülkâdir. Ef-Mü’r-Resûl ve delâietü-ha ‘aie’i-aljkâm, Cidde 1404/1984, tür.yer.; Nâ-diye Şerif el-Ömerî, İctihâdü’r-Resût, Beyrut 1405/1985,tür.yer.; M. Süleyman el-Eşkar. Efâ-lü’r’Resûl ue delaletiihâ ‘ate’l-ahkâmi’ş-şerty-ye, Beyrut 1408/1988, [-11, tür.yer.; E. Rabbath. Mahomet: Prophete arabe et fondateur d’etat, Beyrouth 1989, s. 243-337; Hamîdullah, İslâm Peygamberi iTuğl, 1-11, tür.yer.; Abdurrahman b. Abdullah ed-Dervîş, eş-Şerâ’İcıt’s-sâbık.a ue medâ hücciyyetihâ /Tş-şenta£n-/s/âmıyye, (baskı yeri yok] 1410, s. 239-251; İbrahim Kâfi Dönmez, “Hz. Peygamberin Tebliğine Hakim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri”, Ebedî Risalet, İzmir 1993, 1. 161-181; Celâl Yeniçeri, Peygamber, Deulet Başkam, Aile Reisi Hz. Muhammed ue Yaşadığı Hayat, İstanbul 1420/2000, tür.yer.; M. Abdülhay el-Kettânî. Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’i-idâriyye tire. Ahmet Özeli. İstanbul 2003, 1-11, tür.yer.
C) Örnek Oluşu.
Peygamberlerin gönderilişinin başlıca amacı, gönderildikleri toplumları veya bütün insanları Allah’ın iradesi doğrultusunda zihnî ve amelî planda değiştirme ve dönüştürmedir. Peygamberleri eğitimci, düşünür vb. Kişilerden ayıran en önemli özelliklerinden biri onların vahiy yoluyla kendilerine bildirilen inanç, ibadet, ahlâk ilkelerini tebliğ etme yanında bunların anlaşılması ve uygulanması hususunda insanlara model olma sorumluluğu taşımalarıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün peygamberlerin kendilerine uyulması, dolayısıyla model alınmaları için gönderildiği belirtilir.[545] Yeni bir kitap getirmemiş, sadece Allah’tan aldığı emirle dönemindeki veya kendisinden önceki bir kitabın hükmünü yaşatmakla sorumlu kılınmış peygamberin bulunmasına karşılık bir peygamberin aracılığı olmaksızın insanlara doğrudan indirilmiş hiçbir ilâhî kitabın olmaması, dinlerde kutsal kitaplar kadar bu kitapların hayata geçirilmesinde rehberlik ve örneklik edecek peygamberlerin büyük önem taşıdığını göstermektedir. Nitekim Kur’an’da belirtildiğine göre Mekke putperestlerinin arada peygamber olmadan vahyin bir melek vasıtasıyla indirilmesi yolundaki istekleri reddedilmiştir.[546] İnsanlara belli inanç ve değerlerin benimsetilmesinde soyut anlatımdan çok somut örneklerin etkili olduğu bilinmektedir. Bu sebeple ilâhı kitaplardaki emir ve yasakların hayata nasıl geçirileceğini göstermek için mutlaka bir uygulayıcıya ihtiyaç vardır. Bu uygulayıcı peygamberdir; diğer uygulamaların İlâhî kitaplardaki hükümlere uygunluğunun ölçüsü de peygamber tatbikatıdır. Zira Allah peygamberleri doğru yolun rehberleri kılmış, onları örnek alıp izlemeyi emretmiştir.[547] Esasen önceki peygamberler de sonrakiler için birer örnektir; nitekim Hz. İbrahim ve onun yolundan gidenler Hz. Muhammed’e model olarak gösterilmiştir [548] Geçmiş peygamberlerin tebliğ mücadelelerine dair Kur’an’da verilen bilgilerin asıl amacı da bunların Resûl-i Ekrem için örnek oluşturmasıdır.
Pek çok âyet ve hadiste Resûlullah’ın bildirdiği ve hayatında uyguladığı hükümlere uyulması ve onun izinden gidilmesi emredilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber din konusunda kendiliğinden bir şey ortaya koymamış, yalnız kendisine vahyedilenleri bildirmiş [549] yaşayışında da sadece kendisine vahyedilenlere uymuştur.[550] Birçok âyette emir ve yasakların doğrudan Resûl-i Ekrem’e yöneltilmesi de onun davranışlarında ümmetine örnek olmakla yükümlü kılındığına ve muhataplarına model olarak gösterildiğine delâlet etmektedir. Bu sebeple ona itaat etmek Allah’a itaat etmek demektir.[551]
Öte yandan çok sayıda âyette Hz. Peygamber inancındaki sebatı, Allah’a bağlılığı, ibadete düşkünlüğü, tövbe ve istiğfar konusundaki titizliği. Allah yolunda kararlı davranışları ve fedakârlıkları, düşmanları karşısındaki sabır ve sebatı, sa-vaşlardaki kahramanlığı; insanlara, diğer canlılara ve özellikle müminlere karşı duyduğu sevgi ve şefkati, affediciliği, tevazuu, dürüstlük ve adaleti, nihayet üstün ahlâkını ve kişiliğini oluşturan pek çok meziyet ve erdemiyle anılmakta ve insanlara bir örnek olarak gösterilmektedir. “Beni rabbim terbiye etti ve en güzel şekilde terbiye etti [552] “Ben ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildim” mealindeki hadislerde [553] bunun gerekçesi ve amacı ortaya konmuştur. Bu husus, “Hiç şüphe yok ki sizin için, aranızdan Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe inananlar ve Allah’ı çokça ananlar için Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır” mealindeki âyette özlü bir ifadeyle dile getirilmiştir. Bu âyet, müminlerin Hendek Savaşi’nda yaşadıkları güçlükler karşısında Hz. Peygamber’İn kararlılığını örnek almaları gerektiğini bildirmek üzere inmiş olmakla beraber İslâm âlimleri, âyetin müslümanlara dini İlgilendiren her konuda Resûl-i Ekrem’i model almaları hususunda mutlak bir emir olduğunu söyler.[554]
Bu âyet ve hadisler yanında, Resûlullah’ı tanıyanlar da onun hayatı boyunca davranışlarıyla örnek alınmaya değer olduğunu görmüşler, inkarcılar bile zaman zaman bunu ifade etmek zorunda kalmışlardır. Müslümanlar ise onun gibi olmayı, onun gibi yaşamayı bir ilke edinmişlerdir. Müşriklerin baskıları yüzünden Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalan müslümanlann sözcüsü Ca’fer b. Ebû Tâlib’in. Ashame en-Necâşî’nİn huzurunda müslüman olmalarının sebeplerini açıklarken Hz. Peygamberin ortaya koyduğu ilkeler hakkında söyledikleri [555] yine Ebû Süfyân’m henüz müslüman oimadan Bizans İmparatoru Herakleios’un yanında Resûlullah’ın kişiliği hakkındaki itirafları [556] onun örnek bir kişiliğe sahip bulunduğunu göstermektedir. Pek çok hadiste ashabın kendi tutum ve davranışlarının gerekçesini, “Resûlullah’tan böyle gördük, böyle duyduk, Resûlullah şöyle şöyle yapardı…” şeklinde ifade etmeleri de bunu teyit etmektedir.[557]
Ashap döneminden başlamak üzere müslümanlar, bir davranışın veya uygulamanın doğruluğunun ya da yanlışlığının gerekçesini Hz. Peygamberin uygulamasından göstermeye büyük önem vermişlerdir [558] Kaynaklarda Resûlullah’ın izinden gitmenin hükmü hakkında başlıca üç görüş ileri sürülmüştür.
1. Müstehap oluşuna dair delil bulunmadıkça onu örnek almak vaciptir.
2. Vacip oluşuna dair delil bulunmadıkça örnek alınması müstehaptır.
3. Dinî konularda örnekliği vacip, dünya işlerinde müstehaptır.[559] Hâkim görüşe göre Resûl-i Ekrem’in bütün yaptıkları ve söyledikleri tek bir hüküm çerçevesine sokulamaz; başta Kur’an olmak üzere diğer deliller ve karineler de göz önüne alınarak onun her fiili ve sözü ayrı ayrı değerlendirilmek suretiyle bağlayıcı olup olmadığı belirlenir [560] Tartışmalar konuya teorik bir çerçeve çizme amacına yönelik olup Resûlullah’ın hayatının örnek alınması müslümanlar tarafından dünya huzuru ve âhiret kurtuluşu için kutsal bir görev kabul edilmiştir. İbn Hazm âhiret iyiliğini, dünya bilgeliğini, düzgün yaşayışı, ahlâk güzelliklerini kazanmak ve erdemlerle donanmak isteyenlerin Hz. Muhammed’i örnek almaları gerektiğini belirtmekte ve bunun gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “Resû-îullah her türlü iyilikte örnek ve önderdir. Allah onun ahlâkını övmüş [561] çeşitli faziletleri kâmii şekliyle onda toplamış ve onu bütün kusurlardan uzak tutmuştur” [562] Gazzâlî/hyâ’ü ‘ulûmi’d-dinde Peygamber’in ahlâkının Kur’an ahlâkı olduğunu belirten hadisi [563] ve bu ahlâkın özelliklerine dair bazı âyetleri zikrettikten sonra, “Resûlullah Kur’an ile terbiye edilmiş, insanlar da Resûlullah ile terbiye edilmiştir” demektedir.
Müslümanlar, Asr-ı saâdeften itibaren Resûl-i Ekrem’in örnek teşkil edecek tutum ve davranışları hakkında bilgi eksikliklerini gidermeye çalışmışlardır. Emevî Halifesi Muâviye’nin bu yöndeki talebine Mugire b. Şu’be’nin verdiği yazılı cevap bunun güzel bir örneğini teşkil etmektedir. Mektupta Mugire, Hz. Peygamber’in her namazın sonunda okuduğu duayı kaydetmiş ve onun bazı ahlâk ilkeleri hakkında bilgi aktarmıştır [564] Ayrıca hadis ve siyer literatürü yanında Ebû îsâ et-Tirmizî’nin Şemâ’ilü’n-nebî, Nesâî’nin Amelü’l-yevm ve’1-leyle, Ah-med b. Hüseyin el-Beyhaki’nin ed-Daca-vâtü’l-kebîre, Nevevî’nin el-Ezkâr adlı eserlerinin yazılışındaki başlıca amaç da Hz. Peygamberin kişiliğini ortaya koyup ümmetin onu örnek almasını sağlamaktır.
Resûl-i Ekrem’in davranışlarının örnek alınması sadece dinî etkenlere bağlı olmayıp bunun önemli bir sebebi de Peygamber hâtırasına duyulan derin saygı ve ona karşı beslenen vefa duygusudur. Sünnetin canlılığını korumasında bu saygı ve vefanın önemli bir payı vardır. Bununla ilgili olarak Medine’ye hayli geç bir tarihte hicret eden Ebû Bürde şunu anlatmaktadır: “Medine’ye girdiğimde beni Abdullah b. Selâm karşıladı ve, ‘Gel seni evime götüreyim, Hz. Peygamber’in içtiği kâse ile sana su ikram edeyim, ardından Resûlullah’ın namaz kıldığı mescid-de sen de kılarsın’ dedi. Bana sevik içirdi, hurma ikram etti, daha sonra Peygamber’in mescidinde namaz kıldım [565] Ashaptan Ebû Berze’-nin. müslümanların ulaştığı manevî zenginlik ve yükselişin İslâm ve Hz. Muham-med sayesinde gerçekleştiğini belirten sözü de [566] bu vefanın güzel ifadelerinden biridir.
Hz. Peygamber’in şahsiyeti, bilim ve düşünce adamlarının çeşitli konulardaki görüşleri için de örnek teşkil etmiştir. İslâm âlimleri arasında daha çok hadisçi ve fıkıhçıların ahlâk anlayışı ve dünya görüşleri üzerinde Resûl-i Ekrem’in ahlâk ve yaşayışının formel yanı etkili olmuştur. Nitekim bunların yazdığı ahlâk kitapları çoğunlukla “âdâb” tarzında eserlerdir. Bunlarda hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili davranışların âdâb ve erkânı Peygamber’in davranış tarzı örnek alınarak işlenir. Hadis mecmualarının “edeb”, “birr”, “rtişâm” gibi başlıklar taşıyan bölümleriyle Buhârî’nin el-Edehü’l-müîred\ Ebü’ş-Şeyh el-İsfahânî’nin Ahlaku ‘n-ne-bîve âdâbüh adlı eseri, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki’nin el-Âdâüı sayısı yüzlere varan bu tür eserlerden bazılarıdır.
Bibliyografya :
Wensinck, el-Muccem, “rey, “sm’a” md.le-ri; el-Muuatta’, “Hüsnül-ljuluk”, 8; Müsned, 11, 93; Buhârî. “Bed=ü’l-vahy’\ 6, “Cihâd”, 109, “Ahkâm”, 1, “rtişâm”, giriş, 1, 2, 16; Müslim. “Müsâfirîn”, 139, “îmâre”, 32; İbn Hişâm, es-Sîre, i, 336; Fârâbî, Kitâbü’l-MÜle (nşr. Muhsin Mehdî), Beyrut 1986, s. 64-65; İbn Sînâ, eş-Şi-fâ’ et-!lâhiyyât(2), s. 451-455; a.mlf., en-Ne-cât(nşr. M. Takı Dânişpejûh). Tahran 1364 hş./ 1985, s. 710, 712; İbn Hazm, el-Ahlâk ue’s-si-yer, Beyrut 1405/1985, s. 24, 56-57; Gazzâlî. İhyâ\ II, 358-387; Kurtubî. el-Câmi’, XIV, 154-156; M. Abdürraûf el-Münâvî, Feyzü’i-kadîr (nşr. Hamdîed-Demürtâş Muhammed), Mekke -Riyad 1418/1998, I, 429; Şevkânî. Fethu’l-kadır, Beyrut 1412/1991, IV, 311; W. Montgo-mery Watt, Hz. Muhammed (trc. Hayrullah Örs), İstanbul 1963, s. 246; a.mif., islâm /Yedir (trc. Elif Rıza), İstanbul 1993, s. 292-294; De Boer, Târlhu’l-feisefe fi’l-İslâm (trc. M. Abdül-hâdî Ebû Rîde], Beyrut 1981, s. 222; A. Neher, l’Essence du propheüsme, Paris 1983, s. 10-12; Mehmed Hayrı Kırbaşoğlu. İslam Düşüncesinde Sünnet, Ankara 1993, s. 209-214; Raşit Küçük. “Hz. Peygamber ve Örnekliğinin Mahiyeti”, İslâm’ın Anlaşılmasında Sünnet’in Yeri ue Değeri, Ankara 2003, s. 281-301.
D) Mucizeleri.
Sözlükte “benzeri başkalarınca gerçekleştirilemeyen harikulade olay” anlamına gelen mucize peygamberlerin doğruluğunu kanıtlayan yegâne delildir. Ahd-i Atîk’te Hz. Musa’ya, Yeşû, İl-ya ve Elişa’ya. Ahd-i Cedîd’de Hz. îsâ’ya, Kur’an’da Hz. Nûh, İbrahim, Salih, Mûsâ, Ya’küb. Süleyman’a ve îsâ’ya mucizeler nisbet edilmiştir. Hz. Muhammed dünyaya gelmeden önce Zend Avesta, Hint Veda ve Puranalar’ı. Eski Ahid ve Yeni Ahid gibi kutsal metinlerde âhir zamanda bir peygamberin geleceğine ilişkin müjdeler yer almıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de de [567] Tevrat ve İncil’de onun peygamber olarak gönderileceğinin yazılı olduğu bildirilmektedir. Kutsal metinlerin etkilerinin görüldüğü Ortadoğu bölgesinde yaşayanlar arasında yeni bir peygamber beklentisinin mevcut olduğu [568] zaman ilerledikçe beklentilerin daha da arttığı [569] bilinmektedir.
Hz. Muhammed’le ilgili olarak nübüvvet Öncesinde birtakım harikulade olayların meydana geldiği rivayet edilmekte^ dir. Bunların bazıları şunlardır: Âmine’-nin ona hamile iken gördüğü bir rüyada doğuracağı çocuğun önemli bir mevkiye sahip olacağının kendisine bildirilmesi [570] babasının alnında bulunan nurun ona hamile kalması üzerine annesine intikal etmesi [571] doğumu esnasında meleklerin kendisine yardımcı olması [572] sütannesinin yanında iken çevresinde bazı fevkalâde İlklerin görülmesi, Ehl-i kitap âlimlerinin ve kâhinlerin onun son peygamber olacağını keşfetmesi.[573] Ayrıca Duhâ ve İnşirah sûrelerinin muhtevasından Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed’e gençliğinde bazı olağan üstü lütuf ve yardımlarda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Resûl-i Ekrem’e peygamberliği döneminde verilen mucizeler farklı şekillerde gruplandırılmıştır. Mucizeler mahiyetleri bakımından aklî (mânevi), hissî (maddî) ve haberi mucizeler, muhatapları yönünden helak ve hidayet mucizeleri, kaynakları açısından Kur”an’la ve sahih rivayetlerle sabit olanlar ve zayıf senedterle rivayet edilenler şeklinde ele alınabilir.[574]
Aklî Mucizeler. Resûlullah’ın en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Önceki peygamberlere kendi dönemlerinde önemli görülen alanlarda mucizeler verildiği gibi Hz. Muhammed’e de kendi devrinde en çok itibar gören dil, üslûp, hitabet ve edebî sanatlar alanında olağan üstü bir özelliğe sahip Kur’ân-ı Kerîm indirilmiştir. Kur’an’da kendisinin mucize oluşu, benzerinin gerçekleştirilemeyeceğini bildiren meydan okuma (tehaddî) âyet-İeriyle ortaya konmuştur. Bu meydan okuyuş Kur’an’ın tamamının [575] on sûresinin [576] veya bir sûresinin [577] benzerinin meydana getirilmesi hususunda inkarcılara çağrıda bulunma şeklinde ifade edilmiştir. Tehaddî Medine döneminde de sürmüştür.[578] İslâm tarihinde Kur’an’ın benzerini yazmaya kalkışan bazı şair ve edebiyatçıların teşebbüsleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. [579]Kur’an üslûbu, edebî tasvirleri, iç kompozisyonu, muhteva bütünlüğü, farklı seviyedeki insanlara hitabı, gönüllere etkisi, i’câzı ve gayba ilişkin haberleriyle erişilmesi mümkün olmayan bir eserdir.
Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispatına yer veren âlimler onun risâletle görevlendirildiği zamana ve coğrafyaya da dikkat çekmişlerdir. Milâdî VII. yüzyılın başlarında hemen bütün insanlar o dönemde mevcut dinlerden birine mensup bulunuyordu. Hz. Muhammed, atalarından intikal eden herhangi bir hâkimiyet mirasına sahip olmadığı gibi kırk yaşına kadar bu alanda bir iddia da ileri sürmüş değildi. Nübüvvetini izhar ettiği coğrafya o günkü dünya şartlarında dikkat çekmeyen önemsiz bir yerdi. Mensup bulunduğu kabilenin ileri gelenleri kendisini destekleyecek yerde ona karşı direnmişlerdi. Bu engellere rağmen onun tebliğ ettiği dinin kısa zamanda dünya dinleri içinde yerini alması ve günümüzde müslüman sayısının dünya nüfusunun dörtte birini teşkil etmesi olağan üstü sayılması gereken bir durumdur. Bazı müellifler. Hz. Pey-gamber’in hayatının her safhasında her türlü şartta üstün ahlâkın canlı örneğini ortaya koymasını da bir tür aklî mucize olarak değerlendirmiştir.[580]
Hissî Mucizeler. İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu, Resûl-i Ekrem’e Kur’an dışında da mucizeler verildiği ve bunların başında hissî mucizelerin geldiği kanaatindedir Bazılarına Kur-‘an’da temas edilen, çoğu hadis literatü-ründeki rivayetlere dayandırılan bu tür mucizelerin sayısı Kütüb-i Sitte’öe fazla olmamakla birlikte a’lâmü’n-nübüvve, delâilü’n-nübüvve ve hasâisü’n-nebîtürü eserlerde büyük bir yekûn tutmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin yaklaştığını ve ayın ikiye ayrıldığını ifade eden âyetle [581] bazı hadis rivayetlerine dayanan âlimler ekserisi Mekke döneminde müşriklerin Hz. Peygamberden hissî mucize istediğini, bunun üzerine ayın ikiye ayrılıp tekrar birleştiğini kabul eder.[582] Bazı âlimler ise böyle bir mucizenin meydana gelmediğini, âyette sözü edilen olayın kıyametin kopmasından önce bir alâmet olarak vuku bulacağını söylemektedir İsrâ ve mi’rac hadisesinin âlimlerin çoğunluğu tarafından ruh-beden ilişkisi çerçevesinde (cismanî) gerçekleştiği kabul edilirken bazıları onu Hz. Peygamber’in yaşadığı ruhî tecrübe olarak görmektedir Kur’an’da bildirilen hissî mucizelerden biri de Bedir Gazvesi’nde müminlerin meleklerle desteklenmiş olmasıdır.[583] Savaşa katılan meleklerin müminlere manevî destek verirken müşriklerin yüzlerine ve ellerine vurmaları emredilmiştir.[584] Bu destek çerçevesinde savaşa iştirak eden müminlerle müşriklerin sayısı birbirine farklı gösterilmiş [585] müminlerin kalbine sükûnet verilmiş, susuzluk çekmemeleri için yağmur yağdırılmıştır.[586] Ayrıca Kur’an’da Hendek ve Huneyn savaşlarında Cenâb-ı Hakk’ın düşmanlarına karşı fırtına ve görünmeyen ordular gönderdiği, müminlere de sükûnet verdiği bildirilmektedir.[587] Âyetlerde yer alan “destekleme” ve “hezimet verme” kavramlarını maddî veya manevî olarak anlamak mümkündür. Hatta “müjde ve iyimserlik”, “gönül rahatlığı” ifadeleri [588] göz önüne alındığı takdirde manevî destekleme biçimindeki yorumun güç kazanacağı söylenebilir. Bununla birlikte hadis ve siyer kitaplarında Kur’an’in beyanlarını somutlaştıran bazı rivayetler yer almaktadır.[589]
Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde kendisine daha çok manevî destek verildiği görülür. Nitekim Mekke’de müşriklerin baskısının arttığı, boykot ve öldürme dahil her türlü şiddete başvurulduğu dönemde müsfümanlann bir kısmı Habeşistan’a göç etmiş, İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla gittiği Tâifte çeşitli eziyetlere uğrayan Resûlullah’a mi’rac gibi hidayet ve nusret mucizeleri verilmiştir. İnşikâ-ku’1-kamer dışındaki mucizelerin iddia ve talep üzerine değil, Resûl-i Ekrem’in ve müminlerin çaresiz duruma düştüğü zamanlarda desteklenmeleri için vuku bulduğu görülür. Mucizede iddia ve meydan okuma nitelikleri arandığı halde Kur’an’da sözü edilen olaylarda bu nitelikler mevcut değildir.
Hadis ve siyer literatüründe Hz. Pey-gamber’e ait çeşitli hissî mucizelere yer verilmiş, bunun için listeler düzenlenmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ağacın hareket ederek Resûlullah’ın yanına gelmesi, çakıl taşlarının kendisine selâm vermesi, devenin halinden şikâyette bulunması, kızartılmış koyun etinin, zehirli olduğunu Resûl-i Ekrem’e haber vermesi, nübüvvet öncesinde bir bulutun onu devamlı gölgelendirmesi, omuzları arasında nübüvvet mührünün bulunması, karanlık ve yağmurlu bir gecede yolculuk yapma durumunda olan bir sahâbîye verdiği asanın yolunu aydınlatması, az miktarda su ve yiyecekle çok sayıda insanın doyurulması.[590] Bazı kimseler. Hz. Peygam-ber’e ne kadar çok mucize nisbet edilirse nübüvvetinin o derecede ispat edilmiş olacağı kanaatini taşımaktadır.[591] Ancak bu yaklaşım Kur’an’ın ifadeleriyle uyuşmadığı gibi hadis ilmi açısından da sağlıklı görünmemektedir. Kur’ân-ı Kerîm inkarcıların Resûl-i Ekrem’den kaynak fışkırtması, içinden sular akan hurma ve üzüm bağları icat etmesi, altından bir eve [592] veya hazinelere [593] sahip olması, semaya yükselip oradan okuyacakları bir kitap getirmesi, Allah’ı ve melekleri kendilerine göstermesi [594] haber verdiği azabın bir an önce gelmesi [595] şeklinde mucizeler talep ettiklerini, fakat Resûlullah’ın onlara mucizelerin Allah katında bulunduğunu, kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu [596] yanında Allah’ın hazinelerinin bulunmadığını, gaybı bilmediğini ve melek olmadığım [597] söylediğini haber vermektedir. Kur’ân-i Kerîm’de ayrıca peygamberlerden cahil ve inkarcıların mucize istediği [598] onların mucizeleri gördüklerinde yüzlerini çevirip bunun eskiden beri devam edegelen bir büyü olduğunu söyledikleri [599] önceki kavimlerden, istedikleri mucizeler verildiği halde iman etmeyen birçok topluluğun helak edildiği [600] bu sebeple müşriklere bekledikleri mucizelerin gösterilmeyeceği [601]bildirilmektedir. Resûlullah, önceki peygamberlere muhataplarının iman etmesine yardımcı olacak mucizelerin verildiğini bildirmiş, kendisine verilen mucizenin ise ilâhî vahiyden ibaret bulunduğunu, bu sebeple kıyamet gününde tâbilerinin çok olacağını umduğunu ifade etmiştir [602] Âhâd yolla sabit olan bu haberler. Resûl-i Ekrem’den hissî mucizelerin zuhur ettiği konusunda bir kanaat meydana getirirse de (tevâtür-i ma’nevî) bunlar kesinlik derecesine ulaşmadıkları için tek tek iman konuları arasında düşünülmemiştir.
Haberi Mucizeler. Hz. Peygamber’in geçmişe, içinde bulunduğu zamana veya geleceğe ilişkin bazı hususları haber vermesi ve bunların bildirdiği şekilde gerçekleşmesidir. Resûluliah okuma yazma bilmediği, tahsil görmediği ve kimseden özel bilgi almadığı halde geçmiş peygamberlerin mücadeleleri ve Ashâb-ı Kehf kıssası gibi tarihî olayları haber vermiş, başta Ehl-i kitap olmak üzere dönemin âlimleri tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmamıştır. Aynı şekilde Bizanslıların İranlılar’ı yeneceğini [603] müşriklerin ileride bozguna uğrayacağını [604]Mekke’nin fethedileceğini ve müslümanların geleceğinin parlak olacağını [605] bildirmiştir. Hz. Peygamber’in düşmanlarının kendisi için kurduğu tuzakları bazı şehir ve ülkelerin fethedileceğini [606] önceden haber vermiştir. Fitne ve savaşların ortaya çıkacağı [607] kıyametin kopmasına doğru bazı alâmetlerin zuhur edeceği [608] gibi sünnet kaynaklı haberler de söz konusudur[609]
Resûl-i Ekrem’in mucizeleri kelâm literatüründe önemli bir yer tutmaktadır. Bu konuda Kur’an’ın yaklaşımını esas alan kelâmcılar hissî mucizelerden çok aklî mucizeler üzerinde durmuştur. Ebû Man-sûr el-Mâtürîdî. Hz. Peygamber’den sâdır olan olağan üstü hadiseleri onun erdemli şahsiyeti, hissî ve aklî mucizeleri ve ona duyulan ihtiyaçtan doğan sosyolojik realitelerden hareketle ortaya koymaya çalışmıştır.[610] Eş-‘arî, Resûlullah’ın mucizelerini Kur’ân-ı Kerim ve hissî mucizeler şeklinde ele almış, Kur’an’ın i’câzına dair bilgilere yer verirken bazı hissî mucizelere de temas etmiştir. KâdîAb-dülcebbâr, hissî mucizeleri reddeden Naz-zâm gibi âlimlere karşı çıkarak mucizeleri zaruri (hissî) ve istidlâlî şeklinde ikiye ayırdıktan sonra birincisine çok sayıda insanın az miktarda yemekle doyması, elindeki taşların Allah’ı teşbih etmesi, çağrısı üzerine ağacın hareket etmesi, üzerinde hutbe okuduğu kütüğün inlemesi gibi hadisleri Örnek göstermiş, ikincisi için de Kur’an’ın muhtevasını zikretmiştir [611] Ebü’l-Mu-în en-Nesefî de mucizeleri hissî ve aklî diye ele almakta, birincisini Peygamber’in zatının dışında olanlar, zatıyla ilgili bulunanlar ve güze] ahlâkı olmak üzere üçe, ikincisini de onun hali, nesebi, duaları, haberleri, yaşadığı yer ve zaman, getirdiği kitap ve şeriata dair olmak üzere sekize ayırmaktadır.[612] Kelâm âlimleri genelde bu çerçeveyi korumakla birlikte son dönemlerde kaleme alınan bazı eserlerde Resûlullah’ın şahsında ve çevresinde gerçekleşen bütün olaylar mucize olarak takdim edilmiştir. Halbuki Resûl-i Ekrem’in sîreti incelendiğinde kendisinin fiil ve davranışlarında sebep-sonuç ilişkisine titizlikle riayet ettiği görülür. Meselâ Bedir Gazvesi’n-de düşman hakkında bilgi toplamak üzere keşif kolları çıkarmış, ordusunu savaş bölgesinin coğrafî şartlarına göre yerleştirmiş, ihtiyaç anında kullanılmak üzere yedek kuvvetler ayırmıştır. Bu hazırlıklardan sonra dua ederek Allah’tan dinine ve müminlere zafer vermesini İstemiştir. Hz. Peygamber, Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ ederken öncelikle aklî ve mantıkî delillere başvurmuş, basîret sahibi, ön yargısız insanlar bu öğretilerinden hareketle onun doğru sözlü olduğunu kabul etmiştir. Bazı kişiler de aklî ve mantıkî delillerle yetinmeyerek mucize talebinde bulunmuş, bu sebeple ona hidayet mucizeleri verilmiştir. Art niyetli bir üçüncü grup İse ondan hissî mucize istemiş, ancak Kur’an’da özellikle bu kategoriye giren talepler reddedilmiştir.
Bibliyografya :
Müsned,W, 128, 185; V, 89,95, 105, 139; a. e. [Arnaütl, XXVIII, 395; XXIX, 196; XXXV, 182; XXXVI, 596; Buhârî, “Menâkıb”, 25, 27, “Tefsîr”, 54/1, “Cthâd”, 58, 89, “Tıb”, 47-55, “Megâzî”, 4,”Fe7.â>ilü’l-KuıJân”, l/’î’tişâm”, 1, “Fiten”, 2-8, 24-25; Müslim, “îmân”, 239, “Fiten”. 9-13, 39-84, “Şıfâtü’l-münâfUsîn”, 43-48, “Cihâd”, 58; Tirmizî. “Menâkıb”, 3; İbn ishak. es-Sîre, s. 22, 53-57, 257-264; İbn Hişâm, es-Slretü.’n-nebe-ulyye,Kahire, ts.lDârü’1-fikr], 1,180-183;!!, 672-673;İbnSa’d, e^-Jabakâiü’l-kübrâ,Beyrut 196G, I, 152;Taberî. Târih [Ebü’1-Fazl), II, 166-167; a.mlf., Câmi’u’l-beyân (nşr. Sıdki Cemîl el-At-târl, Beyrut 1415/1995, XXVII, 111-116; Eş’ari, el-Lün\ac, s. 196-197; Mâtürîdî. Kitâbü’t-Teuhîd (nşr. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi). Ankara 1423/2003, s. 294-296, 314-332; Kâdî Ab-dülcebbâr, Teşbîlü delâ*UVn-nübûUve[r\şT. Ab-dülkerîm Osman), Beyrut 1386/1966, 1,46-59; II, 403-405, 509-510; a.mlf., Şerhıt’l-U$ûli’l-hamse (nşr. Abdülkerîm Osman], Kahire 1988, s. 585-597; a.mlf.. el-Muhtaşar fi uşûti’d-dîn mşr. Muhammed İmâre, Resâ’ilü’l-‘adi oe’t-teü-hid içinde), Kahire 1971, s. 239; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâ’Uü ‘n-nübûvve, Halep 1397/ 1977,1, 46-48, 96, 535-537; Mâverdî, A’iâmü’n-nübüvue (nşr. Muhammed el-Mu’tasım-Billâh el-Bagdâdî), Beyrut 1407/1987, s, 222-242; Bey-haki, Deiâ’ilü’n-nübüvve ınşr. Abdurrahman Muhammed Osmanl, Kahire 1389/1969, 1, 103-
107; NeseH. Teb$ıratü’l-edİite[Sa\ame), 1,487-502; KSdîİyâz, eş-Şifâ’, I, 341-533; Fahreddin er-Râzî. Kitâbü’l-Erbacîn[T\şr Ahmed Hicâzîes-Sekkâl, Kahire 1406/1986, II, 76-101; Zehebî. Târîhu ‘l-İslâm: es-Sîretü ‘n~nebeüiyye, s. 57-59; İbn Kesir, es-Sîre, I, 247; Süyûtî. ei-Haşâ’i$ü’l-kübrâ, Beyrut 1405/1985,1,78-100, 141-146; Ali ei-Kâri.Meuzû’âi, istanbul 1289, s. 109; Nû-reddin el-Halebî, /nsânüVuyûn, Kahire 1308,1, 46; Meclisî.Bıhârü’f-enuâr, Beyrut 1403/1983, XVII, 342-362; Seffârînî. Leuâ’ilyu’l-enuâr, RH yad 1994, II, 278-279; Muhammed el-Hût. Es-ne7-metâ/ıö fi elıâdlşi muhtelifeti’l-merâtib (nşr. Halîl el-Meys], Beyrut 1403/1983, s. 375; Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî. Hüccetullâh “ale’f-‘â/emîn, Diyarbakır, ts. (el-Mektebetü’l-lslâmiy-ye), s, 254-260;Şiblî Nu’mânî, islâm Tarihi: Asr-ı Saadet {trc. Ömer Rıza [Doğrul[), İstanbul 1346/ 1928,1, 188-189, 199-202; Süleyman Nedvî, İslâm Tarihi; Asr-ı Saadet [trc. Ömer Rıza [Doğrul]),İstanbul 1347/1928,111, 1306, 1317-1318, 1364, 1394; IV, 1557-1558, 1605, 1655-1677, 1772-1777; Reşîd Rızâ. Tefslrü’i-menâr, IV, 113; Ahmed Cevdet Paşa. Kısas-ı Enbiyâ ve Teuârih-i Hulefâ, İstanbul 1386/1966.1, 75-80;5eyyid Ku-tub. FıZıiâli’i-Kur’ân,Beyrut, ts. |Dâru ihyâi’t-türâsil-Arabî], IV, 2237; Hamîdullah. İslâm Peygamberi,], 24, 51, 135-138; Hasan Ziyâeddin Itr, Nübüvvetti Muhammed ft’l-Kur’ân, Halep 1393/1973, s. 236; Abdülazîz es-Seâlibî. Muc-cizü Muhammed ResülUlâh, Beyrut 1986, s. 114-116; Muhammed Abduh. Rîsâtetü’t-Teu-hîd, Beyrut 1986, s. 88-129; Muhammed Ahmed Gl-Gamrâvî, ei-islâm /”fa.sn”l-[f7m, Kahire 1987, s, 122-132; Gülgün Uyar, Hz. Muham-med’İn Risalet Öncesi Hayatına Dair Bazı Ri-uayet Farklarının TesbİÜ (yüksek lisans tezi, 1993), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 65-66; İlyas Çelebi, İslam İnancında Gayp Problemi, İstanbul 1996, s. 103-109, 123-142; a.mlf.. İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık üe Kadı Ab-dülcebbar, İstanbul 2002, s. 318-322; Yusuf Şevki Yavuz v.dğr., İslâm’da İnanç Esasları, İstanbul 1998, s. 195-206.
IV. İslam Kültüründe Hz. Muhammed
A) Tasavvuf.
1 (VII) ve II. (Vlll.) yüzyıllarda âbid ve zâhidlerin Resûl-i Ekrem’i algılayış tarzı, diğer müslümanlara nis-betle kendilerini daha fazla ibadete verme ve daha çok âhirete yönelme şeklinde ortaya çıkıyordu; bu da teorik olmaktan ziyade pratik bir farklılıktı. Bu tür anlayışlar Hz. Peygamber döneminde Ebû Zer el-Gıfârî, Abdullah b. Ömer. Abdullah b. Amr b. Âs, Ebü’d-Derdâ ve Osman b. Maz’ûn gibi İbadet ve zühd hayatı ile tanınan sahâbîler arasında da mevcuttu. Hz. Osman’ın son döneminde başlayan ve Emevîler devrinde devam eden karışıklıklar ve iç savaşlar bazı müslümanları kendilerini İbadete vermeye, dünyadan el etek çekmeye sevketmiş, bu da söz konusu farkların belirgin hale gelmesine sebep olmuştur.
İlk zâhid ve sûffler gerek dünyaya karşı mesafeli durup âhirete yönelme, gerekse daha çok ve daha nitelikli ibadet etme bakımından Resûlullah’ı örnek alıyor ve bu tutumlarını ahlâkî davranışlarında da sürdürüyorlardı. Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden takva sahibi bir mümin ol-mak [613] onların gayeleriydi. Zühd ve fakrı tercih edip Allah’a çok şükreden bir kul olmak için gecenin bir bölümünü ibadetle geçiren Hz. Peygamber’i [614] örnek alıyor, onun izinden giderek kurtuluşa ereceklerine inanıyorlardı. Bundan dolayı farzların yanı sıra nafile ibadetleri de yerine getirmeye çalışıyor, ayrıca hak hukuk gözetmede hassasiyet gösteriyorlardı.
Kur’an’da Allah’ı sevmek ve O’nun tarafından sevilmek için Peygamber’e itaat şart koşulduğundan [615] ilk sûfîler Resûl-i Ekrem’in daha çok Allah’ın sevgili kulu (habîbullah) olma [616] niteliği üzerinde durmuştur. Allah’ı, resulünü ve Allah yolunda mücâhedeyi her şeye tercih etme konusunda Kur’an’da yer alan uyanlar [617] ve iyi bir müminin Peygamber’i kendisinden daha çok sevmesi gerektiğini belirten hadisler [618] onlar üzerinde etkili olmuştur. II. (VIII.) yüzyılın ikinci yansından itibaren Basra’da Râbia el-Adeviyye’-nin öncülük ettiği bir grup sûfî daha çok ilâhî sevgi üzerinde durmaya ve sevgi unsurunu öne çıkarmaya başladı. Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Muhammed’e yönelik ezelî sevgisi olmasaydı hiçbir şeyin var olmayacağına inanan sûfîler için kutsî hadis olarak kabul ettikleri, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” ifadesi [619] büyük bir önem taşır.
Sûfîler arasında sıkça görüldüğü nakledilen kerametler Resûl-i Ekrem’in yolundan gitmenin bir semeresi olarak kabul edilmiş, her ne kadar onun vefatıyla vahiy sona ermişse de rüya, ilham ve fi-râset yoluyla bazı bilgilere sahip olmak mümkün görülmüştür. Sûfîlerin kendilerini Peygamberin vârisi saymalarının sebebi, onun yaşadığı manevî ve ruhanî hayatı devam ettirdiklerine dair inançlarından kaynaklanmaktadır.
III. (IX.) yüzyılda Ebû Saîd el-Harrâz ve Sehl b. Abdullah et-Tüsterî tarafından Resûl-i Ekrem Kur’an gibi bir nur olarak [620] algılanmaya başlanmış, onların ardından Hallâc-ı Mansûr Kitâ-bü’i-Tavâsîn’ûe bu anlamda nur üzerinde genişçe durarak nûr-ı Muhammedi teorisini geliştirmiştir. Buna göre Allah ilk önce Hz. Muhammed’in nurunu, bu nurdan da diğer varlıkları yaratmıştır. Bu görüşle ilgili olarak, “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir” [621] “Âdem ruhla beden arasında iken ben peygamber idim “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” [622] gibi hadisler rivayet edilmiştir. Burada akıl ve kalemden maksat Hz. Peygamber’in nuru olup onun manevî hüviyeti anlamına gelen bu nura hakîkat-i Muhammediyye de denilmiştir. Hz. Âdem’den başlayıp bütün peygamberlerde tecelli eden bu nurun en son Resûlullah’ta gerçek sahibiyle buluştuğu kabul edilmiştir.[623]
Gizli bir hazine olan Cenâb-ı Hak bilinmeyi murat etmiş ve ilk defa taayyün-i hubbî şeklinde, yani Hz. Peygamber’in nuru ve sevgisi olarak tecelli etmiş, ardından diğer varlıkların hepsini bu nurdan yaratmıştır. Onun âlemlere rahmet oluşunun [624] anlamı budur.[625] Buna göre evrenin var oluş sebebi Allah’ın Hz. Muhammed’e duyduğu sevgidir. Süleyman Çelebi, “Gel habîbim sana âşık olmuşam / Cümle halkı sana bende kılmışam”; “Ben sana âşık olunca ey şerîf / Senin olmaz mı dü âlem ey latîf” gibi beyitlerde bu muhabbeti aşk olarak niteler.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hakk’ın Resûl-i Ekrem’in nurunu ve bu nurdan halkı yaratmasını ayna misaliyle anlatır. Ona göre âlem Hakk’a nazaran bir aynadır; Hak İsim. fiil ve sıfatlarıyla bu aynada tecelli eder. Fakat insan yaratılmadan önce bu ayna cilâlı olmadığından ilâhî tecellileri net olarak yansıtmıyordu. Âdem (insan) bu aynanın cilâsı olmuş, her şeyde tecelli eden Hak en mükemmel şekilde insanda tecelli ettiğinden ona halife adı verilmiştir. Âleme göre insan yüzüğün kaşı, göze göre ise göz bebeği gibidir.[626] Şeyh Galib, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” beytinde bunu anlatır. Hak, diğer insanlara nazaran Hz. Muhammed’-de en mükemmel şekilde tecelli ettiğinden mutlak anlamda insân-ı kâmil odur. Onun vârisleri olmaları sebebiyle velîlere de insân-ı kâmil denir. Aziz Mahmud Hü-dâyî, “Âyînedir bu âlem her şey Hak ile kâim Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim” derken Hz. Peygamber’in bu Özelliğini dile getirmiştir.
Hakîm et-Tirmizî, Kur’an’da geçen “hâ-temü’n-nebiyyîn” son peygamber ifadesinden [627] hareketle “hâte-mü’1-evliyâ” teorisinin temelini atmış, daha sonra bu görüşü İbnü’l-Arabî geliştirmiştir.[628] Bu telakki daha çok İbnü’l-Arabî’nin izleyicileri veya onun etkisinde kalan mutasavvıflar tarafından benimsenmiştir. Hz. Muhammed’in son peygamber olması sûfîlere son velî telakkisini, onun mi’racı da ruhanî mi’rac fikrini ilham etmiştir. Ruhanî mi’rac yaptığını ilk defa söyleyen ve bunu uzunca anlatan Bâyezîd-i Bistâmî’dir. İbnü’l-Arabî, eî-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ve Kitâbü’l-İsrâ’da manevî mi’raclarını anlatır.
Sûfîler, kendilerine doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki yoldan feyiz ve İlham geldiğini söylerler. Allah’tan vasıtasız aldıkları bilginin yanı sıra tarikat silsilesine dahil bulunan meşâyih aracılığı ile de Hz. Peygamber’e ulaştıklarını, ondan bilgi aldıklarını ve her iki bilginin de kendilerine has olduğunu ifade ederler. Telkin yoluyla Allah’tan Cebrail’e, ondan Hz. Muham-med’e, ondan Hz. Ali’ye [629] intikal eden özel bilgi ve manevî mirasın tarikatın silsilesinde yer alan velîler aracılığıyla şeyhlere ulaştığını kabul ederler. Bundan dolayı sûfîler nezdinde Hz. Peygamber özel anlamda marifet ve ilham kaynağıdır.
Tasavvufta Resûl-i Ekrem’in şefaati, ona sığınma ve ondan yardım talebinde bulunma önemlidir. Mutasavvıflar “dahî-lekyâ Resûlellah” sana sığındım ey Allah’ın elçisi, “şefaat yâ Resûlellah” deyip onun ruhundan yardım ve şefaat umarlar. Aynı şekilde mutasavvıflar, fıkıh âlimleri mekruh saydıkları halde dua esnasında “bi-hakki resûlike” peygamberin yüzü suyu hürmetine demekte bir sakınca görmezler ve bu tarzda dua etmeye önem verirler. “Fena” kelimesi tasavvufta Allah’la ilgili olarak kullanıldığı gibi fena fillâh “Allah’ta fâni olmak” Hz. Peygamber için de fena fi’r-resûl kullanılması âdettir. Onlara göre Peygamber’de fâni olmak Hak’ta fâni olmanın mukaddimesidir. Sû-fî şairler mahbûb-i hudâ olması itibariyle Resûl-i Ekrem’i güle benzetir, hilye-i şerifleri gül şeklinde yaparlar; buna “gül-İ Muhammedi” denir.
“Rüyada beni gören gerçekten görmüş olur, çünkü şeytan benim suretime giremez” mealindeki hadise [630] dayanan bazı mutasavvıflar Hz. Peygamber’i rüyada gördüklerini söylemiş ve onun gördükleri tavrından çeşitli mânalar çıkarıp hayatlarını buna göre düzenlemişlerdir.[631] Bu konuda birçok menkıbe anlatılır. Felç olan İmam Bûsîrî’nin rüyasında Resûl-i Ekrem’i gördüğü, hastalığının iyileşmesi için ondan öğüt aldığı, Peygamber sevgisini terennüm eden Kaşîdetü’l-bürde’sin’ı bunun üzerine yazdığı rivayet edilir. Ahmed er-Rifâî’nin de Resûlullah’ın kabrini ziyaret ettiğinde böyle bir hal yaşadığı kaydedilmektedir.
Dinî bilginin kaynağına ulaşma konusunda zahir ulemâsından farklı bir yol takip eden mutasavvıfların hadis âlimlerin-ce sahih kabul edilen bazı rivayetleri sahih saymadıkları, zaman zaman da hadis kitaplarında yer almayan bazı ifadeleri, “Hz. Peygamber’in sözü olduğu keşfen sabittir” gerekçesiyle sahih kabul ettikleri, hatta bu nitelikteki metinlere büyük önem verdikleri görülmektedir. Ahmed b. Mübarek es-Sicilmâsî’nin el-İbrîz’ın-de İbnü’l-Arabi’nin el-Fütûhâtü’1-Mek-/fiyye’sinde hadislerin keşf açısından değerlendirilmesine ve yorumlanmasına sıkça rastlanır. Bununla beraber hadis âlimlerinin usulünü esas alıp hadis öğrenen ve rivayet eden mutasavvıflar da vardır.
Sûfîler, insân-ı kâmil olarak gördükleri ve Allah’a giden yolda rehber edindikleri Hz. Peygamber’in sîretine, sünnetine, her türlü tutum ve davranışına büyük önem vermiş, her vesile ile ona olan bağlılıklarının mutlak ve tam olduğunu ifade etmişlerdir. Şâtıbî, el-İHişârri da (I, 88-99) sûfîlerin her hususta Resûl-i Ekrem’i örnek aldıklarını, sünnetine bağlı kaldıklarını ve hadislere önem verdiklerini vurgulamak için onların bu konuda söyledikleri sözleri nakletmiştir. Sûfîler sahih hadis-lerdeki salavat örneklerini esas alıp sala-vatlar düzenlemişlerdir. Çoğu nesir, bir kısmı manzum olan bu salavatlann günlük vird şeklinde okunması tarikat âdabı olarak uygulanagelmiştir.
Bibliyografya :
VVensinck, el-Mu’cem, “hbb” md.; Müsned, IV, 66; Buhârî. “Teheccüd”, 6, “Münafikin”, 79, “îmân”, 37, “Ta’bîr”, 10; Müslim, “îmân”, 1, “Rü’yâ”. 11, 87, “Münâfikin”, 79;Tirmizî, “Me-nâkib”, 1, “Tefsir”, 68/1; Serrâc, el-Lüma’, s. 130-146; Muhammed b. Ali es-Sehlegî, en-Nûrmin kelimâü Ebi’L-Jayfûr {r\şr. Abdurrah-man Bedevî, Şatahâtü’ş-şû.fıyye içinde). Kahire 1949, s. 111, 123, 164; Gazzâlî. !hyâ\ Kahire 1939, II, 351-388; Aynülkudât el-Hemedânî. TemMdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1962, s. 254; İbnü’l-Cevzî, Şıfatü’ş-şafue, I, 46-234; İb-nü’l-Arabî. Fuşûş (AfîFÎ), s. 48, 63-64, 184; a.mlf., et-Fütühâtü’i-Mekkiyye, Kahire 1293,
I, 151, 244; [[, 9; [V, 442; Necmeddîn-i Dâye, Mi’rşâdü7-C(‘£ıâd{nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1352 hş., s. 2, 21, 30; ‘tekıyyüddin ibn Teymiy-ye, Mecmü’atü’r-resâ’ili’l-kübrâ, Beyrut 1392/ 1972, II, 353-362; İbrahim b. Mûsâ eş-Şâtıbî, el-İ’tişâminşr. M. Reşîd Rızâ), Kahire 1332,1, 88-99, 260; Teftazânî. Şerhu’l-Makâşıd, İstanbul 1307, II, 187; Münâvî. el-Keuâkib, I, 14-27; Ahmed b. Mübarek es-Siciimâsî, el-İbrîz, Kahire 1961, s. 64; Aclûnî, Keşfü’i-hafâ\ I, 148, 263; II, 164; İsmail Fenni. Vahdet-i Vücûd ueMuh-yiddîn-i Arabi İstanbul 1928, s. 16, 21; R. A. Nicholson. Fi’t-Taşavüufı’l-İslâmt ve târîhih (trc. Ebü’l-Alâ Afîfî), Kahire 1969, s. 108-120; Ebü’l-Alâ Afîfî. Muhyiddin İbnü’l-Arabt’nin Tasauuuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975, s. 83; A. Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları (trc. Er-gun Kocabıyık). İstanbul 2001, 5. 212-225.
B) Arap Edebiyatı.
Asr-ı saadetten itibaren günümüze kadar Hz. Peygamber hakkında kaside, mersiye, mevlid, hilye, şemail vb. türlerde pek çok yazı kaleme alınmıştır. Bunlarda, “Hıristiyanların Meryem oğlu îsâ’yı aşırı derecede övdüğü gibi beni de övmeye kalkışmayın” mealindeki hadise [632] genelde riayet edilmiş, aşırılıklar ulemâ tarafından eleştirilmiştir. Şiirlerin giriş bölümünde mecazi aşk ve kadın tasviri edebe uygun bulunmamış, bunun yerine hayalî sevgilinin özlem ve hicranı dile getirilmiş ve Resûluüah’ın anılarını barındıran yerlere duyulan hasret ifade edilmiştir. Çok sayıda şair Bûnet Sü’âd ve Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’ye ait Ka-şîdetü’l-bürde ve eî-Kaşîdetü’1-hem-zj’yye’si gibi kasidelere taştîr ve tahmîs yoluyla bir nevi ilaveli nazireler ortaya koymuştur. Hz. Peygamber için söylenen şiirlerin ilki muhtemelen amcası Ebû Tâ-lib’in “Lâmiyye”sidir. Ebû Tâlib yeğenini darda kalanların sığındığı, güvenilen, masum, halim, reşîd, âdil nitelikleriyle övmüştür.[633] Onun peygamberliğini müjdeleyen kâhin şiirleriyle cinlerden ve hatiften geldiği kabul edilen şiirler de zamanımıza ulaşmıştır. Resûl-i Ekrem’in amcası Hamza müslü-man olduğunda söylediği dizelerde onu seçkin ve saygın vasıflarıyla övmüş, kendisini savunacağını vaad etmiştir.[634] Hz. Peygamber ve gazveleriyle ilgili şiirleri bulunan veya kendisine nisbet edilen Ebû Bekir’in hicret sırasında sığındıkları Sevr mağarasını ve Sürâka olayını anlattığı “Râiyye”, Hz. Ömer’in İslâmiyet’i benimsemesinden sonra söylediği “Râiyye”, Ebû Süfyân’ın İslâm’a girişi esnasında Resûi-i Ekrem’i övdüğü “Dâliyye” zikredilecek diğer şiirlerden bazılarıdır.[635] Câhiliye dönemi kâhinlerinden sa-hâbîSevâd b. Kârib el-Ezdî, “Bâiyye”sin-de Hz. Peygamber’i verdiği gaybî haberlerin doğruluğuna güvenilen kimse, nebilerin en yücesi ve Allah’a götüren vesile diye övmüştür.[636] Resûlullah’ın amcası Abbas’a nisbet edilen “Kâfiyye”de gayb haberlerinden ve peygamberin mahlûkatın ilki olduğundan söz edümektedir.[637] Bu fikir sonraki asırlarda geniş ölçüde işlenmiş, özellikle Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Bûsîrî ile doruk noktasına ulaşmıştır. Küleyb b. Esed el-Hadramî, methiyesinde eskilerin ve önceki peygamberlerin Hz. Muhammed’d en haber verdiğini söylemiş, o da şairin başını okşamıştır.[638]
Kâ’b b. Mâlik, Mekke’nin fethinden önce İslâm’a ve Hz. Peygamber’e yöneltilen hicivlere cevap vermiş ve Resûlullah’ın takdirini kazanmıştır.[639] Ayrıca “Fâiyye”sinde Resûl-i Ekrem’i ahlâkî erdemleriyle övmüş olup “Hemziyye” ve “Mîmiyye”si Bedir, “Ayniy-ye”si Uhud Gazvesi’yle ilgilidir.[640] Abdullah b. Revâha da müşrik şairlere karşı İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i müdafaa etmiştir. Onun “Râiyye”si abartı, haşiv ve tekrarlardan uzak olan övgü türünün ve hüsn-i tehal-lus sanatının güzel örneklerindendir.[641] Bu anlayış diğer İslâm şairlerinin de temel niteliği sayılır.
Hassan b. Sabit, İslâm’ı ve Hz. Peygamber’i savunmak için çok sayıda şiir kaleme almıştır. Onun, Kâ’b b. Züheyr’İn hicviyelerinden sonra bu türde şiirler söylemeye başladığı sanılmaktadır. Hassan coşkulu bir üslûpla Peygamber’in fizikî ve ruhî portresini anlatmıştır. Temîm heyeti şairi Zibrikân b. Bedr’in “Ayniyye”sine mukabele olan “Ayniyye” bu konuda en güzel kasidelerden biridir.[642] Mekke’nin fethinden önce Resûl-i Ekrem’i hicvetmiş olan Ebû Süfyân’a cevap olarak yazdığı “Hemziyye” ile [643] Peygamber ve ashabının övgüsüne dair üç “Dâliyye”si de [644] önemli şürlerindendir. Abbas b. Mirdâs. Hz. Peygamber için nazmetti-ği kasidelerinde medihle fahri bir arada kullanmıştır. Mukaddimesiz-nesîbsİz övgüye başlayan şiirlerinden “Kâfiyye”, “Râiyye” ve “Mîmiyye”siyle bir kıtası zamanımıza ulaşmıştır.[645] 9 (630) yılında Resûl-i Ekrem’in huzuruna birçok elçi heyeti gelmiştir; bunlar Resûlullah’ı yüce sıfatlarla övmüştür. Ünlü muallaka şairi Meymûn b. Kays el-A’şâ’ya ait olan veya ona nisbet edilen yirmi dört beyitlik “Dâliyye” de Hz. Peygamber ve daveti hakkında kaleme alınmış ilk seçkin şiirlerdendir.
Resûl-i Ekrem’e hayattayken takdim edilmiş en mükemmel övgü şiiri Kâ’b b. Züheyr’in kasidesidir. Kâ’b, kardeşi Bü-ceyr’in müslüman olması üzerine onu ve Hz. Peygamber’i hicveden bir şiir yazmış [646] bu sebeple Resulullah onun cezalandırılmasını istemiştir. Ancak daha sonra Peygamber’den özür dileyerek müslüman olmuş ve kasidesini okumuştur. Kasideyi çok beğenen Resulullah, Yemen’-den gelen hırkasını (bürde) çıkarıp Kâ’b’ın omuzlarına koyarak onu ödüllendirmiş, bundan dolayı şiir Kaşîdetü’l-bürde adıyla meşhur olmuştur.
Hz. Peygamber’e dair methiyelerin ilk mensur örneği Ümmü Ma’bed’e ait metindir.[647] Hicret sırasında Resûl-i Ekrem’i çadırında misafir eden bu kadın Peygamber’/ o esnada çadırda bulunmayan kocasına anlatmış [648] ve o anda hatiften onu öven bir şiir işitilmiş. Hassan b. Sabit bu şiire nazire yazmıştır.[649] Hz. Ali’nin bazı hutbelerinde Resûlullah’la ilgili sözleri de ilk mensur övgü örneklerindendir. Bir hutbesinde onun peygamberliğinin kadîm olduğunu, nesilden nesile geçerek kendisine intikal ettiğini söylemiş [650] bu fikir nûr-ı Muhamme-dî nazariyesi olarak bazı mutasavvıfların şiirlerinde geniş ölçüde işlenmiştir.
Emevîler devrinde bazı şairler Resûl-i Ekrem’le nesep ilgisi olmadığı halde ona mensup olmakla iftihar etmiştir. Hz. Ömer’in neslinden gelen Osman b. Utbe ile Osman b. Vâkıd bunlardandır.[651] Bu dönemde Hâşimî(Alevî) şairlerinin Resulullah ve Ehl-i beyt’i İle iftihar etmesi ileri boyutlara ulaşmıştır. Yine bu devirde fetihler sebebiyle uzak bölgelere dağılmış bulunan şairler tarafından Hicaz. Medine. Peygamber ve Rav-za-i Mutahhara özlemi dile getirilmiş, sonraki devirlerde bunlara duyulan özlem bir şiir teması haline gelmiştir.
Hz. Ali’ye nisbet edilen bazı hutbelerde Resûl-i Ekrem’in methinden Âl-i beyt’in methine intikal edilmesi sebebiyle [652] Şiî şairlerinde Peygamber’in Övülmesi yanında Ehl-i beyt’in övülmesi de gelenek halini almıştır. Ali’nin hakkı olarak görülen hilâfetin ona verilmemesi, kendisiyle oğlu Hüseyin’in şehid edilmesi Ehl-i beyt’e dair methiye ve mersiyelerin gelişmesini hızlandırmış, neticede Resûlullah’ın methi ailenin atası olması dolayısıyla sözü edilen bir konu haline gelmiştir. Böylece Ehl-i beyt taraftan şairler akımı ortaya çıkmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bilinen en eski Ehl-i beyt övgüsü görüşen şairHz. Peygamber’! ve Ehl-i beyt’i Öven kasidesini yazmıştır.[653] Kümeyt el-Esedî, “Hâşimiyyât” adını verdiği kasideleriyle Ehl-i beyt sevgisini derinleştirmiştir. Hâşimiyyât içinde iki “Bâ-iyye” ve bir “Lâmiyye” ile “Mîmiyye” en Önemli kasidelerdir.[654] Resûl-i Ekrem’e övgü vesilesiyle Ehl-i beyt’i de öven, kendilerine yapılan zulümleri dile getiren şairler oldukça fazladır. Bunların arasında Ebü’l-Atâhiye, Di”bilel-Huzâî [655] Şerif er-Radî ve Mih-yâr ed-Deylemî’yi zikretmek mümkündür. Fatımî ve Eyyûbî devirlerinde halifeler ve Ehl-i beyt için yazılan övgülerde genellikle Hz. Peygamber bilvesile söz konusu edilmiş, kutsal yerlere Özlem şiirleri gelişmiştir. Melikü’n-nühât Ebû Nizâr Hasan b. Sâfî’nin birkaç kasidesi. Bahâeddin İb-nü’s-Sââtî’ninBtmef Sü’âd’a naziresi, İb-nü’d-Dehhân’ın Resûlullah’ın kabrini ziyaret özlemini dile getirdiği kasidesi, Ebü’l-Haccâc el-Belevî’nin Hz. Peygamber’i bütün sevgilerin ve varlıkların hulâsası olarak vasfettiği “Sîniyye”si [656] Zemahşerî ve Ebû Verdî’nin Bânet Süâd nazireleri [657] bu döneme ait eserlerdendir. Ayrıca Zemahşerî’nin elli üç be-yitlik bir “Râiyye”si vardır.[658]
Endülüs ve Mağrib şairlerinin eserlerinde Şia ve Ehl-i beyt izlerine pek rastlanmaz, ancak tasavvuf! izler görülür. Başta Medine ve Ravza-i Mutahhara olmak üzere kutsal makamlara duyulan hasret, Hz. Peygamber’in sıfat ve menkıbelerinin anlatılması ortak konuların başında yer alır. İbn Habîb es-Sülemî [659] ve Muhammed b. Abdullah İbn Lübb’ün [660] şiirleri, İbnü’l-Arîf’in “el-Kasîdetü’l-Hâiyye”si [661] bunlardan bazılarıdır. Mağribli Mâliki fakihi ve şair Ebû Muhammed Abdullah b. Ebû Ze-keriyyâ eş-Şukrâtısî et-Tevzerî, el-İcîâm bi-mıfcizâti’n-nebiyyi aleyhi’s-selöm adını verdiği eserini Hz. Peygamber’in kabrinin karşısında yazdığı bir “Lâmiyye” ile bitirmiştir. Şukrâtısî bu manzumesiyle sonraki asırlarda sîreti nazım halinde anlatanlara öncülük etmiştir.
Her kasidesi yirmi beyitten oluşan, beyitleri alfabe sırasına göre ayrı harflerle başlayan yirmi dokuz kaside ve kafiyeleri farklı olan “işrîniyyât” türü Peygamber övgülerine de uygulanmıştır. Ebû Zeyd Abdurrahman b. Yahleften b. Ahmed el-Fâzâzî bu türün öncülerindendir.[662] Berberi asıllı Mâlekalı şair İbnü’l-Murahhal. el-Mucaşşerâtü’l-lüzû-miyye’sinde lüzûm-ı mâ lâ yelzem sanatını icra etmiştir. Muhammed Şerrâf el-Endelüsî’nin Bânet Sü^âd nazîresi. Lisâ-nüddin İbnü’l-Hatîb’in altı kasidesi ile bir kıtası, Ahmed b. Muhammed el-Makka-rî’nin na’l-i şerifi konu alan manzumesi, iki kaside ve tahmisi, Ebû Hayyân el-En-delüsî’nin Bânet Sü’âd nazîresi, Endülüs ve Mağrib’de Resûl-i Ekrem’in methine dair yazılmış başlıca eserlerdendir.
VII. (XIII.) yüzyılda Peygamber kasideleri, Ebû Zekeriyyâ Cemâleddin Yahya b. Yûsuf es-Sarsari ve Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin eserleriyle doruk noktasına ulaşırken bu hususta tasavvufî akım da açık biçimde ortaya konulmuştur. Şiirlerinde nûr-ı Muhammedi’nin bütün mah-lûkattan önce yaratıldığı, onun nurunun peygamberden peygambere intikal ederek kendisine ulaştığı düşüncesi geniş olarak yer almıştır. Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali sırasında katledilen Yahya b. Yûsuf es-Sarsarî Arap edebiyatında peygamber methi konusunda tanınmış üç büyük şairin ilkidir.[663] İbn Ke-sîr onun şiirlerinin tamamının peygamberlerin methine dair olduğunu, Resûl-i Ekrem için nazmettiği kasidelerin yirmi cilde ulaştığını kaydeder.[664] Sarsarî. Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî’nin antolojisinde 3068 bey-tiyle en fazla kasidesi olan şair konumundadır.
Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin Peygamber methine dair en tanınmış eseri Kaşîdetü’l-bürde’dır. Onun, eserini hayatının sonlarına doğru felç geçirdiği sırada yazdığı ve kasidenin bereketiyle şifa bulduğu kaydedilir. Bu sebeple kaside, Kâ’b b. Züheyr’in Kaşîdetü’l-bürde’sın-den ayrılması için Osmanlı kültüründe Kaşîdetü’l-bür’e şifa kasidesi adıyla da tanınır. Bunun kadar meşhur olmamakla birlikte Bûsîri’nin en büyük eseri el~Ka-şîdetü ‘1-hemziyye’sidir. 455 beyitlik kaside bir siyer mahiyetindedir. Bunların dışında Kâ’b b. Züheyr’in kasidesine nazîre olarak yazdığı “Zuhrü’1-meâd fî vezni Bânet Süâd” ile üç “Bâ-iyye”si “Hâiyye”siyle iki “Dâliyye”si ve “el-Lâmiyye ffl-medâihi’n-nebeviyye, el-Lâmiyyetü’1-ûlâ,[665] “el-Kasîdetü’l-Mudariy-ye fi’s-salâti alâ hayri’l-beriyye [666] ve “el-Kasîdetü’1-hâiyye madıyla evrâd olarak okunmak için nazmedilmiş kasideleri mevcuttur.
Abdürrahîm b. Ahmed el-Buraî el-Ye-menî’nin el-Kaşîdetü’l-mîmiyye’s\ ile Bûsîrî’nin Kaşîdeîü’l-bürde’si arasında benzerlikler vardır. Yalın bir üslûpla yazılan kasidede nûr-ı Muhammedi fikri işlenmiştir. Zamanımıza ulaşabilen şiirlerinin çoğu Peygamber methine dair olan Bu-raî’nin bir mevlidi de bulunmaktadır. Şair bazı dizelerinde Resûl-i Ekrem’i beşer üstü sıfatlarla övmesi yüzünden eleştirilmiştir. Nebhânî antolojisinde onun 1029 beyte ulaşan çok sayıda kasidesine yer vermiştir. Bu devirde sûfî şair Emînüddin Ali b. Osman el-Erbîlî de el-Kaşîdetü’l-/dhire’siyle sûfî akımın Önemli temsilcilerindendir.
Peygamber övgüsü konusunda VII. (XIII.) yüzyılın önemli temsilcilerinden biri de Ebû Abdullah Mecdüddin Muhammed b. Ebû Bekir el-Vitrî el-Bağdâdî olup 661 (1263) yılında tamamladığı el-Ka-şâ’idü’l-vitriyyât’ ile (vitriyye) yeni bir edebî türün öncülerinden sayılmıştır. Onun her kasidesi tekli sayı (vitr) olarak yirmi bir beyitten oluşmuş ve yirmi dokuz kasideden teşekkül etmiştir. Eser Beyrut(1910), Kahire(1324, 1344), Fas (1310, 1321) ve Bombay’da basılmış, üzerine birçok tahmis ve şerh yazılmıştır.[667] İbn Ebü’l-Hadîd dees-Seb’u’l-‘alevİyyât’i ile [668] bu sahanın Önemli temsilcilerindendir. 611’de (1214) Medâin’de nazmedilen ve yedi uzun kasideden oluşan bu eserde Hz. Peygamber ve Ehl-i beyt’i ile Abbasî Halifesi Nasır- Lidînillâh övülmüş, ayrıca Hz. Ali’ye insan üstü nitelikler atfedilmiş-tir. Eser üzerine birçok şerh yazılmıştır.[669]
VIII. (XIV.) yüzyılın en büyük temsilcilerinden Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî, Ehne’I-menâ’ih fî esne’l-medâ^ih [670] ve Menâzilü’l-ahbâb ve me-nâzihü’î-elbâb{nşr. AbdürrahîmMuham-med Abdürrahîm, Kahire 1989) adıyla iki divan hazırlamış olup Nebhânî’nin antolojisinde en fazla kasidesi bulunanlar arasında Sarsarî’den sonra gelir. İbn Seyyi-dünnâs’ın Bânet Sücod nazîresiyle “Tâiy-ye” ve el-Kaşîdetü’l-‘ayniyye’sı vardır.[671] AyrıcaMinehu’1-mi-daft’ında sahabenin Hz. Pey-gamber’e dair şiirlerini derlemiştir. Büş-ra’1-lebîb bi~zikra’i-habîb adını verdiği eseri [672] Resûlullah için yazılan kasidelerle şerhlerine dairdir. Peygamber’-le ilgili birçok kaside yazmış olan İbn Nü-bâte el-Mısrî’nin altı kasidesi önemlidir.[673] Yoğun edebî sanatlara yer verilen kasidelerin nesîblerinde nübüvvet kavramıyla bağdaşmayan bazı ifadeler görülür. Burhâ-neddin el-KIrâtî de ei-Kaşîdetü’İ-hem-zi’yye’si [674] Bânet Sü’âd’a nazîre olan “Lâmiyye”si [675] ve Kct-şîde fîmedhi’n-rıebis\y\e [676] bu alanda önemli bir şairdir.
VIII. (XIV.) yüzyılda Peygamber methiyeleri konusunda tekellüflü eserlerin verildiği bir devreye girilmiştir. Bûsîrî’nin Kaşîdetü’l-bürde’slnden ilham alınmakla birlikte onun tekellüflü sakim bir taklidi olarak ortaya konan ve “bedîiyye” adı verilen bu medih türü çeşitli şartlarla kayıtlıdır. Kaşîdetü ‘1-bürde ise her beyitte en az bir bedîî sanat İcrası şartını taşımadığı için bedîiyye türünden sayılmaz. Bu şartların tamamını, el-Kâfiyeiü’i-bedfiyye adını verdiği ve 151 bedîî sanat icra ettiği 14S beyitlik bedîiyyesiyle Safiyyüddin el-Hillî gerçekleştirdiğinden türün gerçek anlamda öncüsü kabul edilmiştir. XIV. (XX.) yüzyılın başlarına kadar 100’ün üzerinde bedîiyye yazılmış, daha sonra şiir sanatında meydana gelen anlayış değişikliği sebebiyle terkedilmiştir İbn Hicce’nin kendi bedîiyyesine şerh olarak hazırladığı Hizânetü’l-edeb”\ türle ilgili zengin örnekler içeren bir edebiyat hazinesidir. Bedîiyye müelliflerinden Şa’bân el-Âsârî, en büyüğü400 beyit olan ve 240 edebî sanat içeren üç manzume kaleme almıştır. İslâm edebiyatından etkilenen hıristiyan nâzımlar da XII. (XVIII.) yüzyıldan itibaren Hz. îsâ İçin bedîiyyeler yazmışlardır.
IX. (XV.) yüzyılda Resûl-İ Ekrem’le ilgili şiir yazanların başında Şemseddin Mu-hammed b. Hasan en-Nevâcî, Abdülke-rîm b. Dırgâm et-Tarâifîve İbn Hacer el-Askalânî gelir. Nebhânî, antolojisinde İbn Hacer’in yedi kasidesine yer vermiştir. İb-nü’l-Cezerî, Zâtü’ş-şifâ fî sîreti’n-nebiy-yi’J-Muştafâ adlı eserinde halifeleriyle birlikte Hz. Peygamber’in sîretini nazma çekmiştir. X. (XVI.) yüzyılda “Hemziyye”si [677] ve Fethu’I-mübîn fî medhi şefFi’î-müz-nibîn’ı ile [678] Abdülazîz b. Ali el-Mekkî ez-Zem-zemî; “Dâliyye, Tâiyye, Ayniyye, Kâfiyye, Lâmiyye [679] ve “Mî-miyye” kasideleriyle Alâeddin b. Melik el-Hamevî; “Bâiyye, Dâliyye, Râiyye, Fâiyye, Lâmiyye, Mîmiyye” gibi kasideleriyle Ebü’l-Mekârim [680] el-Bekrî peygamber methine dair eser verenlerin başlicalarıdır [681] XI. (XVII.) yüzyılda, Râ’iku’î’âdâb fî medhi seyyidi’l-cArab adlı müstakil divanı [682] “Mîmiyye”si ve “Nûniyye”sİ ile [683] Şehâbeddin İbn Ma’tûk el-Mûsevî; “Tâiyye, Hâiyye, Hâiyye, Râiyye”, iki “Zâiyye” ve “Nûniyye” kasideleriyle Muhammed es-Sâlihî el-Hilâlî ed-Dımaş-kî; tanınmış “Dâliyye”siyle Abdullah el-Hicâzî el-Halebî; “Maksûre”si ve “Kâfiy-ye”siyle Şehâbeddin el-Hafâcîve Kaşîde fî medhi’n-nebî [684] “Hâiyye” ve “Ayniyye” kasideleriyle İbnü”n-Nehhâs el-Mede-nî sayılabilir.[685]
XII (XVIII) ve XIII. (XIX,) yüzyıllarda eser verenler arasında Bânet Sücâd nazîresi, Buraî’nin kasidesine ve İbnü’l-Arif in şiirine tahmîsleri, İbnü’I-Fânz’ın kasidesine taştîri, bazı müveşşahları ve birçok şiiriyle Abdülganî en-Nablusî ve özellikle Yûsufb. İsmail en-Nebhânî anılmalıdır. Nebhânî’nin bu alanda telif ve derleme olarak meydana getirdiği başlıca eserleri şunlardır: en-Nazmü’i-bedf fîmevli-di’ş-şef? [686] et-Taybetü’l-ğarra1 fî medhi seyyidi’l-enbiyâ’ [687] Scfâdetü’l-mecâd fîmuvâze-neti Bânet Sü’âd Kaşîde-tü’1-kavli’l-hak fî medhi seyyidi’1-haik [688] Kaşâ’idü’s-sâbikati’1-ci-yâd fî medhi seyyidi’1-Hbâd eî-Mecmûtatii’n-nebhûniyye fi’l-medâ^ihi’n-nebeviyye 1-el-‘Uküdü’l-lü’Iü’iyye fi’l-medâ3ihi’l-Muhammediyye [689] Dîvânü’1-Medâ’ihi’n-nebeviyye.[690] Nebhânî, eî-Mecmû’atü’n-Neb-hârıiyye fi’İ-medâ’ihi’n-nebeviyye adlı dört ciltlik eserinde başlangıçtan XIV. (XX.) yüzyıla kadar kaleme alınan peygamber övgülerinden yaptığı seçmeleri toplamıştır. Bu antolojide otuz dokuz sahâ-bîye ait 461 beyitle 213 şaire ait 25.066 beyit bulunmaktadır. İbn Seyyidünnâs, Minahu’l-midah adlı antolojisinde on ikisi kadın olmak üzere 198 sahâbînin övgü ve mersiyesine yer vermiştir.
Mevlid türü manzumelerin de Peygamber methiyeleri arasında önemli bir yeri vardır. Bu manzumeler Resûlullah’ın güzel ahlâk, sıfat ve erdemleriyle övülmesi açısından bir medih çeşidi olduğu gibi onun hayatını, vefatını, mucizelerini an-latmalan sebebiyle birer muhtasar siyer mahiyetindedir. Vefat edenin arkasından ağlamayı yasaklayan hadislerin tesiriyle olmalıdır ki Resûl-i Ekrem İçin nazmedil-miş mersiyeler genellikle kısa ve beklenenin aksine azdır. Ancak onun vefatından sonra kaleme alınan methiyelerin birçoğunda mersiye özellikleri de bulunur. Bilhassa Hz. Peygamber’le birlikte Ehl-i beyt’in de övüldüğü Kümeyt el-Esedî, Di*-bil el-Huzâî. Şerif er-Radî, Mihyâr ed-Dey-lemî gibi şairlerin Şîa’yı hatırlatan övgülerinde bu husus açık biçimde görülür. Resûl-i Ekrem’e dair en çok mersiye yazan şair Hassan b. Sâbit’tir. Onun dört “Dâliy-ye”siyle bir “Râiyye”si ve “râ” kafiyeli iki beyti bu konuya dairdir.[691] Hassan b. Sabit, Hz. Peygamber’in vefatından duyduğu derin üzüntüyü etkili bir üslûpla dile getirdiği gibi onun anılarını barındıran yerleri de zikretmiş, ahlâkî erdemlerini ve fizikî özelliklerini tasvir etmiştir. Hz. Ömer hüznünü dile getirdiği sekiz beyitlik “Ayniyye”yi yazmıştır. Hz. Fâtıma da derin acısını toplam dokuz beyitlik üç kıtasında dile getirmiştir.[692] Lebîd b. Rebîa “Lâmiyye”sinde Hz. Pey-gamber’i yüce sıfat ve erdemlerle överken hüznünü de ifade etmiştir.[693] Bunlardan başka Resûiullah’ın halaları Safiyye, Ervâ ve Âtike ile amcasının kızı Hind bint Haris b. Abdülmuttalib ve Hind bint Üsâse, Âtike bint Zeyd, azatlısı Ümmü Eymen’e ait bazı beyit ve kıtalar verilmekte, Hz. Ebû Bekir. Osman, Ali, Kâ’b b. Mâlik, Abdullah b. Üneys, Ebû Züeyb el-Hüzelî, Mücfiye b. Nu’mân el-Atekî’ye de bazı kıta ve beyitler nisbet edilmektedir.[694]
Modern ve çağdaş Arap edebiyatı dönemlerinde Hz. Peygamber’le ilgili lirik, sembolik, serbest ve mensur şiir, senfoni şiiri, marş, tiyatro ve temsil şiiri, destan vb. türlerde birçok eser kaleme alınmıştır. Muhafazakâr akıma mensup şairler Resûiullah’ın fizikî ve manevî nitelikleriyle ahlâkî erdemleri üzerinde durmuş, ayrıca şarkiyatçıların kendisine ve İslâm’a yönelik iftiralarına cevap vermiştir. Bu akıma mensup şairlerin başlıcaları Mah-mud Sami Paşa el-Bârûdî, Ahmed Şevki, Yûsuf en-Nebhânî, Ahmed Muharrem, Abdüllatîf es-Sayrafî, Muhammed Abdülmuttalib, Ma’rûf er-Rusâfî, Azız Abaza, Kâmil Emîn, Abdullah Tayyib, SâvîŞa’-lân’dır.
Yenilikçi şairler ise eserlerinde daha çok Resûl-i Ekrem’i vesile edinerek çağdaş sorunları dile getirmişlerdir. Bunlar Mahmûd Hasan İsmail, Âmir Buhayrî, Mahmûd Guneyyim, Muhammed Abdül-ganî Hasan ve Apollo grubu şairleri, Ab-durrahman Şükrî ve Abbas Mahmûd el-Akkâd’m öncülük ettiği Divan grubu [695] şairleri, sembolistler, serbest şiir, mensur şiir ve tef ile şiiri mensuplarıdır. Cezayir’in Fransızlar, Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi, Osmanlı Devleti’nin dağılması ve hilâfetin kaldırılması, 1967 hezi-metiyle yahudilerin Filistin topraklarına girmesi, Arap ve İslâm ülkelerinde emperyalizmin tahribatı neticesinde Arap ve İslâm dünyasının parçalanmış, ezilmiş hali yenilikçi şairleri eski şanlı tarihî devirleri tekrar yaşatmaya vesile olacak bir kurtarıcı model ve millî kahraman tasvirine yöneltmiştir. Özellikle Arap milliyetçisi şairlerle hıristiyan Arap şairleri. Hz. Muham-med’i temel vasfı olan nübüvvetinden önce millî kurtarıcı, millî kahraman ve sosyal reformcu yönleriyle ele almışlardır. Gerçekleştirdiği sosyal adalet ve reform sebebiyle Ahmed Şevki [696] Yemenli Abdülazîz el-Mukâlih [697] ve Zeyneb Azb [698] gibi şairler Resûl-i Ekrem’i “sosyalistlerin önderi ve babası” olarak nitelemişlerdir.
Modern dönemde Resûiullah’ın methi konusunda tasavvuf! şiirler bir dereceye kadar zayıflamış, nûr-ı Muhammedîve kutub nazariyeleri daha mâkul ve tutarlı ifadelere kavuşmuştur. Yine de tasavvufî akımın geleneksel görüşleri Abdullah Tay-yib’in “Su’dâ” kasidesinde [699] Mısırlı şair Mahmûd Hasan İsmail’in “Maa’nnûri’l-a’zam” adlı serbest şiirinde [700] ve yine Mısırlı şair Ahmed el-Muhaymir’in 1947’de ödül alan “Muhammed Mu’cize-tü’1-vücûd” kasidesinde ele alınmıştır. Ancak tasavvufî akımın en büyük temsilcisi olan Bûsîrî’nin Kaşîdetü’l-bürde’sın’ın tesiri bu devrede de devam etmiş, ona modern bir anlayışla nazîre ve taştır yazanlar olmuştur. Mahmûd Sami Paşa el-Bârûdî’nin Keşfü^ğumme fi mectfn sey-yidi’l-ümme’sl Ahmed Şevki’nin Neh~ cü’1-Bürde’sl Ahmed el-Hamlâvî’nin Minhâcü’l-Bürde’sl Zeyneb Azb’in Bür-detü’r-Resûl’ü ve Abdülazîz Muhammed Bey’in Taştîrü’l-Bürde’sı bunlardan bazılarıdır.
Şîa şairlerinin de modern çağda daha mâkul bir çizgi izledikleri söylenebilir. Bu özellik Batı kültürünün etkisinde kalan Lübnan Şîası’nda daha belirgindir. İbrahim el-Berrî’nin Li’n-nebiyyi ve âlihî adlı divanı ile “Hükûmetü’n-nebî” adlı kasidesinde bu değişimi görmek mümkündür. Kendini Ehl-i beyt şairi olarak tanıtan Mahmûd Cebr’in “el-ükâü’l-ewer kasidesinde [701] olduğu gibi kadîm Şîa görüşünü sürdürenler de vardır.
Modern dönemde birçok şair Resûl-i Ekrem’i sevilen, yüksek ahlâkî erdemlere sahip bir peygamber ve en üstün sıfatları kendinde toplayan kâmil İnsan olarak tasvir etmiştir. Emîr Şekîb Arslan, Ma’rûf er-Rusâfî, Cezayir’in işgali sebebiyle Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî, Mısır’ın işgali sebebiyle Hİfnî Nâsıf. Ahmed Şevki, Hafız İbrahim, Ahmed Muharrem, Ahmed el-Kâ-şif, Abdülmuhsin el-Kâzımî, Resûlullah’ı millî kahraman ve millî kurtarıcı gibi niteliklerle anmakta bir sakınca görmemişlerdir. Özellikle Mahmûd Dervîş, Ali Hâ-şim Reşîd gibi Filistinli şairlerin çoğu Hz. Peygamber’in yalnız bu yönünü ele almıştır.
Arap kökenli hıristiyan edip ve şairler Hz. Peygamber İçin, birbiriyle boğuşan ve çağın gerisinde kalan Araplar’ı barıştırıp birleştiren, yüksek bir millet ve devlet haline getiren sosyal reformcu portresi çizmiş, bu konuda Batılı edip ve şairlerle aynı görüşü paylaşmıştır. Mısırlı Nazmı Lûkâ’nın “Vâ Muhammedâh”, “Muhammed: er-Risâle ve’r-resûl”. “Ene ve’i-İs-lâm”; Lebîb er-Riyâşî’nin “Nefsiyyetü’r-Resûli’l-Arabî”; Halîl İskender el-Kıbrîsî’-nin “Da’vetü nasâra’1-Arab Ii’1-İslâm”; Halîl Cum’a et-Tuvâl’in “Tahte râyeti’l- İslâm”; Nasrî Selheb’in “Fî Hutâ Muhammed”; Arap Sosyalist Ba’s Partisi genel sekreteri Mîşîl (Mîşâl) Aflak’ın “en-Nebiyyü’1-Arabî” ve eş-Şâirü’1-karavî Reşîd Selîm el-Hûrî’-nin “el-Mevlidü’n-nebevî” kasideleri buna örnek olarak zikredilebilir.[702] Bazıları da Hz. Pey-gamber’e karşı övgülerini Kur’an’a ve Arap diline olan hayranlıkları şeklinde dile getirmiştir. Cûrc Selestî’nin “Necve’r-re-sûli’l-a’zam Cûrc Say-dah’ın “el-Mevlidü’n-nebevî [703] RiyâzMa’lûf un “Yânebiyye’l-Arab Ahmed eş-Şârifİn “Hubbü Muhammed” [704] Muhammed Abdül-muttaiib’in “Zıllü’l-Bürde” adlı kasideleri bunlardan bazılarıdır. Âişe İsmet Teymûr, Bârûdî, Mustafa Sâdık er-Râfiî, Sâbire Mahmûd el-İzzî ve Ömer Bahâeddin el-Emîrî gibi şairler ise Resûl-i Ekrem’e şikâyet ve isteklerini arzetmiş, ondan şefaat dilemişlerdir.
Resûlullah’ın hayatı bu dönemde, ya Mısırlı Azîz Abaza’nın İşrâ/câtü’s-sjreti’z-2eiciyye’sinde yaptığı gibi tasvir ve beyan yoluyla ya da İslâm âleminin sorunları ile bağıntılı olarak dile getirilmiştir. Bunların bir kısmı belli olayları konu edinirken bir kısmı Yûsuf en-Nebhânî’nin eİ-‘l/Jtüdü’Mü’Jü’iyye’sinde görüldüğü gibi sîreti özetlemiştir. Bu tür teliflerin bazılarında anlatım Hz. Peygamber’in dilinden sunulmuştur. Zekî Mübârek’in “Tevdîu Mekke” kasidesi [705] M. Abdülganî Ha-san’ın “İle’t-Tâif” adlı tiyatro eseri Abduh Bedevi’nin “en-Nebî ve’l-vatan” kasidesi [706] ve Salâh Abdüssabûr’un “Hurûc” kasidesi [707] bunların örneklerindendir. Mekke ve Medine ile diğer mekânlara duyulan özlem de şiirlerde geniş ölçüde yer almıştır. Sudanlı İbrahim Dâvûd Abdülkâdir Fetânî’nin “Taybetü’t-Hz. Peygamberin sîreti ve gazveleriy-le ilgili olarak özellikle Homeros’un İlya-da (İliadea) ve Odessea adlı destanlarından ilham alınıp bazı destanlar da ortaya konulmuştur. Bu faaliyet, Süleyman el-Bustânî’nin İlyada’yı 1887’de Arapça’ya tercüme etmesiyle başlamıştır. “Melha-me” ve “mutavvele” adı verilen bu manzumelerin ilki, Ahmed ŞevkTnin 1894 Eylülünde Cenevre’de düzenlenen Milletlerarası Müsteşrikler Kongresi’nde okuduğu “Kibârü’l-havâdiş fivâdi’n-Nîl” adlı mu-tavvelesidir. Onun Düvelü’l-cArab ve Hızamâ’ü’l-îslâm adlı manzum piyesinde Resûlullah’ın ve İslâm’ın tarihi desta-nımsı bir üslûpla anlatılmıştır. Ahmed Muharremin el-İlyâdetü’l-İslâmİyye I Dîvânümecdi’l-İslâm’ı, Âmir el-Buhay-rî’nin Emîrü’l-enbiya’ı, Kâmil Emîn’in el-Melhametü’l-Muhammediyye’s\, Mahmûd Halîl Hatîb’in Büşra’l-‘âşıkln bi-bulûği seyyidi’l-mürselînı de bu tür eserlerdendir. Bu dönemde tiyatro ve temsil olarak manzumeler de yazılmıştır. Muhammed Mahmûd Zeytûn’un Mîîâ-dü’n-nebTsi 1948’de Mısır Maarif Bakanlığı tiyatro eseri altın madalya ödülünü kazanmıştır. Mahmûd Hasan İsmail’in “Sürâka b. Mâlik”i de bu nevidendir. Ayrıca Abduh Bedevi Muhammed kaşîd sinfoni adıyla bir eser yazmıştır.
Resûl-i Ekrem’le ilgili eski şairlerin teliflerini toplayan ve İnceleyen birçok eser kaleme alınmıştır. Yukarıda sözü edilen ve bibliyografyada geçenlerin dışında kalan çalışmaların bir kısmı şunlardır: Yûsuf en-Nebhânî, Efdalü’ş-şalavât “ala seyyidi’s-sâdât Selâhad-din es-Sibâî. Gurretü’1-medâ’ihi’n-ne-beviyye (Kahire 1991); Muhammed Salim Mahmûd, el-Medâ%u’n-nebeviyye [708] Muhammed b. Sa’d b. Hüseyin, el-Medâ’ihü’n-nebeviyye beyne’I-ma’tedilîn ve’l-ğulât [709] Salâh îd, el-Medâ%u’n-ne-beviyye min fetreti’t-tekvîn ilâ merha-leti’n-nuzc; Enver es-Senûsî, el-Medtfi-hu’n-nebeviyye fi’I-Endelüs.[710]
1883-1980 yıllan arasında Resûl-i Ekrem hakkında çeşitli münasebetlerle yazılan kitap, makale ve şiirlerin sayısı800’ün üzerindedir. Bu sahada en çok telifi kaydedilenlerin başında Sâvî Şa’lân, Âmir el-Buhayrî, Abdülganî Selâme, Abdullah Şemseddin, Muhammed Hârûn el-Hulv, Resûl-i Ekrem’le ilgili modern dönem şiirlerini bir araya getirip inceleyen başlıca eserler şunlardır: Hilmî Muhammed el-Kâûd, Muhammed fi’ş-şFri’1-hadîs Sa’deddinel-Cîzâvî.Aşdâü’d-dîn fî’ş-şicri’l-Mışriyyi’I-hadîş [711] el-Âmilü’d-dînîü’ş-şFri’1’Mişriyyi’I-hadîş [712] Fârûk Hurşîd. Muhammed fi’1-edebi’l-hadîs (mıfâşır) [713] Ahmed Kemâl Zekî, Muhammed fi’I-edebi’l-hadîs; Ali Uşri Zâyid, İstid-^â^ü’ş-şahşiyyeti’t-türâşiyye fi’ş-şFri’l-mucâ [714] Mahir Hasan Feh-mî, er-Resûl fi’l-edebi’l-‘Arabiyyi’l-ha-dîş.[715]
Bibliyografya :
Müsned, 1, 23, 24, 47; Buhârî, “Enbiyâ3”, 48; Meymûrı b. Kays el-A’şâ, Dîvân [nşr. Fevzî Atavî], Beyrut 1968, s. 105; Abdullah b. Revâha, Dîvân (nşr. Velîd el-Kassâb), Beyrut 1982, s. 138, 144; Kâ”b b. Züheyr. Dîuân (nşr. Hannâ Nasr el-Hıttî), Beyrut 1414/1994, s. 25; Abbas b. Mir-dâs. Dîuân (nşr, Yahya el-Cübûrî), Bağdad 1388/ 1968, s. 56-57; Ali b. Ebû Tâlib, Nehcü’l-belâ-3a (der. Şerîf er-Radî), Beyrut 1932, I, 31-32, 201-202, 221, 232; Kâ’b b. Mâlik. Dîuân(nşr. SâmîMekkîel-Ânî), Bağdad 1386/1966, s- 173, 198, 281; Hassan b. Sabit, Dîuân, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), s. 54-59, 63, 64, 376; Humeyd b. Sevr, Dîuân (nşr. Abdülazîzel-Meymenî). Kahire 1384/1965, s. 77-78; Şi’ru’n-Nâbİğa el-Ca’dî (nşr. Abdülazîz Rebâh), Dımaşk 1964, s. 101, 210; Şi’ru İbnİ’z-Ziba’râ (nşr. Yahya el-Cübûrî), Beyrut 1981, s. 36; Ferezdak. Dîuân (nşr. Kerem el-Bustânî), Beyrut 1400/1980, II, 178-179; Kümeyt el-Esedî. el-Haşimiyyât, Kahire, ts. (Matbaatü’l-mevsûât), s. 1-35, ayrıca bk. tür.yer.; İbn Sa’d, et-fabakât,Beyrut, ts.(Dâru Sâdır), 11/ 2, s. 94-98; Di’bii, Dîuân (nşr. Abdüssâhib İmrân ed-Düceylî), Beyrut 1972, s. 131-140; Ebü’l-Fe-rec el-İsfahânî. el-Eğânî, IX, 125-126; XIV, 305; XVII, 41 -43. 86-88; XVIII, 38-39; XXI, 376-377; Merzübânî. el-Müveşşafy (nşr. Abdüssettâr Fer-râc], Dımaşk, ts. (Mektebetü’n-Nûrî), s. 90, 93; Hâkim. el-Müstedrek, Beyrut 1986, IV, 3; Şerif er-Radî, Dîuân (nşr, M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1368/1949, s. 215-216; Ebü’I-Haccâc el-Belevî. Kitâbü Elifba’, Kahire 1287, II, 457; Bûsîrî, Dîuân (nşr. M. Seyyid KÎIânî), Kahire 1393/1973, s. 49-117,220-234, 238-249, 272-276; Sadreddin el-Basrî, et-Hamâsetû’t-Başriy-ye(nşr. Abdülmüeyyed Hân}, Haydarâbâd 1964, s. 119; İbn Seyyidünnâs, Minehu’l-midab(nşr. İffet Visal Hamza}, Dımaşk 1407/1987, s. 72-75, 145-148,183,271-273,280-281,305,358; Zehebî, A’lâmü’n-nübelâ’, II, 134; Safedî, et-Ğayşü’l-müseccem, Beyrut 1395/1975, 1, 33, 275; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ue’n-nihâ-ye(nşr. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî), Cîze 1419/1998, XVII, 377-378; Abdürrahîm el-Bu-raî. Dîvân (nşr. Hafız Hasan es-Suûdî), Kahire 1369/1950, s. 43-44,51 -52, 67-70, 193; Abdülazîz er-Rifâî, Kâcb b. Mâlik, Riyad 1402/1982, s. 54-55; İbn Hicce, Dîuân, Dımaşk 1929, s. 211 -216; İbn Hacer, el-İşâbe, 1, 255; III, 148, 306, 430; V, 312; VI, 31; Makkarî. Nefhu’t-tîb,], 46; İV, 331, 468;VI, 227; İbn Matûk el-Mısrî. Dîuân, Beyrut 1885, s. 6-16; AbdüJkâdİr el-Cezâirî. Df-uân|nşr. Memdûh Hakkı), Beyrut 1964, s. 13-14, 24, 131; Âişe İsmet Teymur. Dîuân: Hilye-Lü’Hırâz, Kahire 1303, s. 269-270; Ebû Zeyd el-Fâzâzî, Dîvânü’l-uesâ’ili’l-mütekabbele, Beyrut 1319, s. 2, 8 vd.; Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî, ei-Mecmû’atü’n-Nebhâniyye fi’l-medâ’ihi’n-nebeuiyye, Beyrut 1320,1-IV, tür.yer.; Mahmûd Sami el-Bârûdî, Keş-fü’l-ğumme fî medhi sey-yidi’i-ümme (nşr. Muhammed Sâdık), Kahire 1978, s. 45; Ahmed el-Kâşif. Dîvân, Kahire 1332/1914, I, 1-2; Hifnî Nâsıf. Dîuân, Kahire Î957, s. 42-43, 56; Hâftz İbrahim, Dîvân, Kahire 1980, II, 38-42. 58-62, 144vd.;EmîrŞekîb ArsIan,Dfuân(nşr. M.Reşîd Rızâ), Kahire 1354/ 1935, s. 146;Brockelmann. G4LSupp/., 1,443-444, 497; II, 77; Zekî Mübarek, Dîuânü elh.âni’1-hulûd, Kahire 1366/1947, s. 169-178; a.mlf., el-Medâ’ilju’n-nebevİyye fi’l-edebi’l-cArabiyye, Sayda-Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-asrfyye), tür.yer.; Abdulmuhsin el-Kâzımî. Dîuân, Kahire 1367/1948, 1, 37, 269; R-eşîd Selim el-Hûrî, ûf-uânü’l-Karauî, San Paoio 1953, s. 225-226, 258; Âmir M. Buhayrî, Emîrü’l-enbiyâ’, Kahire 1373/ 1954, tür.yer.; Mahmûd Cebr, Dîvâni! şâ’İri Âli’l-beyt, Kahire 1959, s. 25 vd.; Abduh Bede-vî. Bakatü’n-nür, Kahire 1960, s. 14-15, 25-28; C. Saydah, Hikâyetü’l-muğteribîn, Beyrut 1960, s. 332-335;a.mlf., Dîuân, Beyrut 1973, s. 105-109, 332-335; Ahmed eş-Şârif. Dîuân, Beyrut 1963, s. 275-276; Mahmûd Hasan İsmail. eş-Şicr tı’l-ma’reke, Kahire 1967, s. 52; a.mlf., îiehrü’l-tıakîka, Kahire 1972, s. 190-195; a.mlf.. “Yâ Muhammed”, er-Risâ!s,X]X, Kahire 1951, s. 10; Abdullah Tayyib, Bânet Râme, Hartum 1970, s. 293-296; Mahmûd Derviş, et-A’mâtü’l-kâmîte, Beyrut 1971, s. 256 vd.; Azîz Abaza, İşrâkâtü’s-sîreü’z-zekiyye. Kahire 1971, s. 65-75; Salâh Abdüssabûr, Dîuân, Beyrut 1972, 1, 235-237; Ma’rûf er-Rusâfî. Dîuan, Beyrut-Bağdad 1972, s. 490-491; Rİyâz Ma’lûf, Ğamâ’imü’l-harlf, Beyrut 1974, s. 109-111; Şevk” Dayf, e/-cÂşrü7-Câhilî, Kahire 1976, s. 341-342; Mîşâl el-Mağ-ribî, Emuac ue şuhûr, San Paolo 1977, s. 264, 333-340; Abdülazîz ei-Mukâlih, Dîuân, Beyrut 1977, s. 141-144; Hikmet Salih. Nahve âfâkı şi’rlslamî, Beyrut 1399/1979, s. 21-38; Kâmil Emîn, eS-Melhametü’l-Muhammediyye, Kahire 1399/1979, tür.yer.; Abdurrahman el-Berküki, Şerfru Dîvâni Hassan b. Şâbit, Beyrut 1983, s. 57-66, 134-139, 145-150, 220; Zeyneb Azb. Bürdetü’r-Resûl, Kahire 1984, s. 58-59; Muhammed b. Sa’d b. Hüseyin, el-Medâ’îhu’n-ne-beuiyye, Riyad 1406/1986, tür.yer.; Muhammed b. Sa’d eş-Şüvey’ir, ‘Abdullah b. Reuâha: Hayatilhû ue dirâse fi şi’rih, Riyad 1406/ 1986, s. 153-163; Hilmî Muhammed el-Kâûd, Muhammed şaltallâhu ‘aleyhi ue sellem fi’ş-şi’rrt-hadîş, Mansûre 1408/1987, tür.yer.; Ahmed Şevki, Dîuân (eş-Şeukıyyât), Beyrut 1415/ 1995, 1, 34-35; III, 41 vd.; IV, 55; Mahmûd Salim Muhammed, el-Medâ’ihu’n-nebeuiyye hattâ nİhâyeti’l-câşrİ’l-MemlCıkî, Beyrut 1417/ 1996, tür.yer.; Muhammed Abdülmuttalib, Dîvan, Kahire, ts. (Matbaatü’l-i’timâd), s. 257-259, 261-263, 309-314; M. Abdülmün’im Ha-fâcî, Ktşşatü’l-edebi’l-mehcerî, Kahire, ts. (Dâ-rü’t-tıbâati’l-Muhammediyyei, s. 264-267; M. Abdülganî Hasan. “el-Hicre”, er-Rİsâle, XII i 1944), s. 78;a.mlf..”İle’t-Tâ=if”, a.e., XVIII (1950), s. 9 vd.; C. Selesti, •’Necve’r-Resûli’l-A(zam”,a.e.,X[X(l951),s. 18; M. A. Muid Han, “Life of the Prophet at Macca as Reflected İn Contemporary Poetry”, /C, XLII1 (1968), s. 75-91; Ahmed Kûtî, “Merâşi’ş-şubara3 li-ResÛIil-lâh”, MMLADm., LXIlI/2 (1988), s. 235-236.
C) Fars Edebiyatı.
İslâm sonrası Derî Farsçasfnm ortaya çıkması ve olgunlaşması İran halkının İslâm’a girmesiyle paralellik arzeder. İranlılar, baştan itibaren dinî düşüncelerini Arapça’nın yanında millî dilleri olan Farsça ile ifade etmeye çalışmışlar, bu alanda kaleme aldıkları hemen her eserde Hz. Muhammed’in hayatına atıfta bulunmuşlardır. Böylece onun hayat hikâyesi, yaşadığı olaylar birçok telmihin ve mazmunun kaynağını oluşturmuştur. Farsça yazan müellif ve şairler, Arapça siyer ve tarih kitaplarını Farsça’ya tercüme etmenin yanında Resûl-i Ekrem’in hayatını müstakil olarak veya halife ve imamların hayat hikayeleriyle birlikte kaleme almışlardır. Muhammed b. Cerîr et-Taberî’nin Tânhu’1-ümem ve’l-mülûk’ü, İbnü’l-Esîr’ineJ-Kâmi/’i gibi genel tarih kitaplarından başka İbn Hi-şâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’sı, Vâkı-dî’nin ei-Meğâzi’si, İbn Sa’d’ın et~Taba-kütü’l-kübrâ’s\, Tirmizî’nin Şemâ’İlü’n-nebfsı, Kâdî İyâz’ın eş-Şi/d’ı, Tabersî’nin Mekârimü’l-ahlâk’ı, İbn Seyyidünnâs’ın yûnü’i-eşer’i tamamen veya kısmen Farsça’ya çevrilmiştir. Hatta aslı Sanskrit-çe olan Kelîîe ve Dimne ile Pehlevîce olan Vîs ü Râmîn gibi eserler Farsça’ya aktarıldığında hamdeleden sonra Hz. Pey-gamber’i öven cümleler ilâve edilmiştir. Doğrudan Resûl-i Ekrem’den söz eden veya geniş ölçüde onu anlatan mensur ve manzum birçok eser kaleme alınmıştir.[716]
Farsça şiirlerde Hz. Muhammed’in övgüyle anılması bir gelenektir. Ancak ilk dönem şairlerinin eserlerinde na’t pek görülmez. Bu husus, şairlerin hediye beklentisiyle daha çok zamanın hükümdarlarını ve idarecilerini methetmelerinden kaynaklanmış olmalıdır. Evhadüddîn-i En-verî, Ferruhî-i Sistânî, Unsûrî, Menûçihrî ve Ascedî gibi şairlerin divanlarında na’t vb. şiirler yer almazken Senâî, Ferîdüddin Attâr, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sa’dî-İ Şîrâzî, Molla Câmî gibi mutasavvıf şairlerle Moğollar döneminde ve sonraki asırlarda yaşayan şairler Resûl-i Ekrem’in vasıflarını ve mucizelerini anlatan şiirler yazmışlardır. Şairler Kur’an’a, siyer ve tarih kitaplarına dayanarak Hz. Peygam-ber’in güzel ahlâkını anlatmışlar, ona karşı olan sevgilerini coşkulu kasidelerle ifade etmişlerdir. Ayrıca Farsça manzum eserlerin çoğunda Resûlullah’ın na’tlan yer alır. Na’tlarda çok defa “der nat-ı Peygamber”, “der na’t-ı seyyidü’l-mürselîn”, “der na’t-ı Hazret-i Seyyid-i kâinat”, “der na’t-ı Hazret-i Peygamber-i ekrem”, “ender na’t-ı Peygamber-i mâ Muhammed-i Mustafâ”, “Der sıfât-ı mi’râceş”, “Der na’t-ı Resûl-i Ekrem”, “Der menkıbet-i Hazret-i Risâletpenâh”, “Ender sıfât-ı Peygamber”, “Sıfât-ı ba’s ve irsâl-i vey”, “Fî fazîletihî alâ Cebrâîl ve sâiri’l-enbiy┑. “Der medh-i Hazret-i Resûl-i Ekrem”, “Fî na’t-ı Resûlillâh” gibi başlıklar bulunur.
Destan edebiyatının en önemli şairlerinden Firdevsî, Şd/ınâme’sine tevhidle başladıktan sonra iki cihanda kötülükten arınıp Allah katında iyi bir adla anılmanın Peygamber’in sözlerine giden yolu bulmakla mümkün olabileceğini dile getiren na’tını yazar. Esedî-i Tûsî, Gerşâsbnâme adlı eserinin başında dünyanın Hz. Muhammed’in yüzüsuyu hürmetine yaratıldığını, isminin Allah’ın ismiyle beraber anıldığını belirtir ve onun bazı mucizelerini aktarır. Nâsır-ı Hüsrev’in divanında da Resûlullah’ı öven şiirleri yer alır.
Tasavvuf şiirinin önemli temsilcilerinden Senâfnin divanında, liadîkatü’l-ha-kîka’smda ve diğer mesnevilerinde Resûl-i Ekrem çeşitli vasıflarıyla övülür. Ce-mâleddîn-i İsfahânî’nin Hz. Peygamber’i methettiği terkibibendi Fars edebiyatının şaheserlerdendir. En önemli kaside şairlerinden sayılan Hâkânî-i Şirvânîde gerek divanında gerekse hac dönüşü mesnevi tarzında kaleme aldığı Tuhfe-tü’l-cIrâkeyn adlı eserinde Resûl-i Ekrem’i methetmiştir. Divanının başında dünyadan şikâyet edip Resûlullah’ı övdüğü na’tta onun övgüsünden bahsetmeyen hikâyenin hikâye değil kâhinlerin efsaneleri olabileceğini belirtir. Ferîdüddin Attâr’ın divanında, İlâhînâme’s’mde, Mantıku ‘f-tay/ında ve Muşîbetnâme’-sinde Hz. Muhammed’i öven şiirler yer alır. Nizâmî-i Gencevî’nin hfamse’sini oluşturan mesnevilerin her birinde en az bir na’t bulunur. Kemâleddîn-i İsfahanı de babası Cemâleddîn-i İsfahânî gibi önde gelen kaside şairlerinden olup Resûlullah’ı övdüğü terkibibendi Fars edebiyatındaki en güzel na’tlara örnek olarak gösterilir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevisinin birçok yerinde Peygamber sevgisinden söz edilir. Daha çok Gülistan ve Bostan gibi eserleriyle tanınan Sa’dî-i Şîrâzî’nin âşıkane gazellerinde, hikmetli kasidelerinde ve fîosfân’ında Resûl-i Ekrem’i öven manzumeleri vardır. Abdurrahman-ı Câmî’nin gerek divanında gerekse Heft Evreng mesnevisinde na’tlar, ayrıca mucizelerini ve peygamberlik alâmetlerini anlatan birçok şiiri yer alır. Bunlardan başka Hz. Muhammed’i metheden şairler arasında Emîr Hüsrev-i Dihlevî, Şeyh Fahreddîn-i Irâki, Evhadüddîn-i Merâgi, Hâcû-yi Kirmânî, İbn Ye-mîn-i Tuğrâî, Selmân-ı Sâvecî, İbn Hüsâm, Hilâlî-i Çağatâyî, Ehlî-i Şîrâzî, Vahşî-i Bâf-ki, Sâib-i Tebrîzî, Âşık-ı İsfahânî, Visâl-i Şîrâzî, Dâverî-i Şîrâzî, Sürûş-i İsfahânî, Yağmâ-i Cendekî, Meliküşşuarâ Sabûrî, son dönem şairlerinden Edîbü’l-Memâlik Ferâhânî. Muhammed İkbal, Meliküşşuarâ Bahar, Emîrî Fîrûzkûhî, Kâsım-ı Resâ, Abbâs-ı Şehrî, Muhammed Rızâ Hazâilî, Abdülhüseyn-i Ferzîn, Bânû NûrîGîlânî sayılabilir.
Fars edebiyatında Hz. Peygamber’in mucizeleri ve başından geçen olaylar birçok telmihin ve mazmunun kaynağını oluşturmuştur. Hadislerin birçoğu Farsça’ya çevrilmiş veya şerhedilmiş ya da bazı şiirlerde anlamı pekiştirici unsur olarak kullanılmıştır. Ayrıca Kur’an’da Resûl-i Ekrem’den bahseden âyetlere ve onunla ilgili kutsi hadislere sıkça atıfta bulunulmuştur: Peygamber’in nur saçmasına ve feyiz bahşetmesine işaret eden ve ona mahsus olan çerağ. ümmî olması, Sevr mağarasında Ebû Bekir ile gizlenmesi, örümceğin mağaranın kapısını örmesi ve güvercinin oraya yumurta bırakması bu hikâyeden gar, yâr-ı gar, târ-ı ankebût, ke-bûter gibi telmihler Fars şiirinde çokça kullanılmıştır, keçi yavrusu ve timsah / kertenkelenin peygamberliğine şehâdet etmesi [717] müs-lümanların önce yenilip ardından zafer elde ettikleri Huneyn Gazvesi, ayın yarılması [718] taşın konuşması ve kumun / çakıl taşının teşbih etmesi [719] mi’rac, Hannâ-ne sütununun ağlaması [720] cin gecesi Ferîdüddin Attâr, beyit 3021, Hz. Ali’nin namazını kılması için güneşi geri döndürmesi [721] yahudile-rin taşla Peygamber’in dişini kırmaları [722] siyah saçlarını taraması ve iki tarafa ayırması [723] sırtında bulunan nübüvvet mührü [724] gibi.
Bibliyografya :
Enverî, Dîuân (nşr. M.Taki Müderris-i Razavî). Tahran 1364, s. 474; Hâkânî-i Şirvânî, Dîvân (nşr. Ziyâeddîn-i Seccâdî), Tahran, ts., s. 9, 239, 247, 311; Ferîdüddin Attâr, Manüku’t-tayr (nşr. M. Rızâ Şefîî Kedkenî], Tahran 1383, beyit 302, 304, 306, 332, 370, 1509; Mevlânâ, Mesnevi (nşr. R. A. Nichoİson), |baskı yeri ve tarihi yok[ 1, beyit 2113-2119, 2154-2160; III, beyit 1017; Sa’dî-i Şîrâzî, Külliyyât-ı Sa’dî (nşr. M. Ali Fürûgi], Tahran 1367, s. 702; Seyyid Ziyâeddîn-i Dehşîrî, Nact-i rjazret-i Resûl-i Ekrem der Şicr4 Fars’ı, |baskı yeri yok|, 1348; Münzevî, Fihrist, VI, tür.yer.; Storey. Persİan Literatüre, 1/1, s. 172-207; Zebîhullâh-ı Safa. Hamâse-serâyî der Iran, Tahran 1363, tür.yer.; Mansûr Rest-gâr-ı Fesâî, Envâ’-ı Şi’r-i Fârsî, Şlraz 1373, s. 428-476; Sîrûs-i Şemîsâ, Ferheng-i Telmîfıât, Tahran 1378, s. 106-107, 232, 344, 364, 433, 465, 507, 514, 516-517, 520-536, 547; Ahmed Atımedî-yi Bîrcendî, Medâyih-i Muhammedi der Şi’r-i Fârsî, Meşhed 1379; Berzger Vehhâbî, “Muhammed”, Dânişnâme-i Edeb-İ Fars’ı der Âsyâ-yı Merkezî (nşr. Hasan Enûşe], Tahran 1375/1995, s. 776-780; M. Ca’fer-l Mahcûb, Sebk-i Horâsânî der Şİcr-İ Fârsî, Tahran, ts., s. 425-430, 602-603, 617, 651-653; Mehveş Sa-fâyî, “Sîre ve Sîrenivîsî”, DM7; IX, 480-483.
D) Türk Edebiyatı.
Hz. Peygamber’-le ilgili çeşitli bilgiler, Türkler’in müslü-man olmasından itibaren ortaya koydukları edebiyat eserlerinde büyük bir zenginlikle yer almıştır. Bunda Kur’an’ın, hadislerin ve peygamber kıssalarının başından beri Türk edebiyatının muhtevasını belirleyen kaynakları arasında bulunmasının yanında Türkler’in Müslümanlığı samimiyetle benimsemelerinin de payı vardır. Ayrıca millî unsurlarla örtüşen İslâm kültürünün Türk kültürü ve yaşayışı üzerindeki kuvvetli etkisiyle bu iki kültürün zamanla birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde kaynaşması da rol oynamıştır. Bu kaynaşmanın kökleri Satuk Buğra Han destanına [725] kadar inmektedir. Destan, Hz. Peygam-ber’in mi’racda Satuk Buğra Han’ın ruhuyla karşılaşıp dünyaya dönmesinin ardından, üç asır sonra gelecek ve Müslümanlığı Orta Asya’da yayacak olan bu yiğide dua edişinin tasviriyle başlar ve sa-hâbîlerin bu zatı görmek istemeleri üzerine Satuk Buğra Han’ın kırk atlısıyla huzurda görünmesinin an atılmasıyla gelişir. Böylece Resûlullah’ın mi’racı sözlü edebiyatın en eski ürünlerinden birine girmiş olmaktadır. Bu ve benzeri efsaneler daha sonra “seçkin ümmet: Türkler” kavramının teşekkülünü etkilemiştir.
Türk edebiyatının kitap halindeki en eski eserlerinden olan Kutadgu Büig’öe bir na’t-ı peygamberi yer almış, Atebe-tü’}-hakâyık’ta ise kırk hadis türünü te-mellendirecek surette hadis tercümeleri edebiyata girmiştir. Bu ilk dönemdeki diğer bir eser, Ahmed Yesevî’nin Hz. Peygamber’e dair unsurların zenginliğiyle dikkat çeken Dîvân-ı Hikmetedir. Ahmed Yesevî. hikmetleriyle geniş halk kitlelerini etkileyerek Türk toplumunda peygamber sevgisinin temellerini atmıştır. Yesevî’nin Anadolu’daki takipçisi Yûnus Emre, Resûl-i Ekrem’le ilgili değerleri, oluşum halinde bulunan Anadolu Türk şiirine aktarmakla kalmamış, daha da geliştirip zenginleştirerek Türk tasavvuf edebiyatına ciddi biçimde tesir etmiştir. Onun, “Canım kurban olsun senin yoluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed” matla’lı şiiri, Türk dilinin en lirik İfadeleriyle peygamber sevgisini ortaya koyan manzumelerinden biridir. Yine Anadolu Türk edebiyatının ilk temsilcilerinden Şeyyad Hamza’nın, “Senin aşkın kamu derde devadır yâ Resûlellah / Senin katında hacetler revadır yâ Resûlellah” beytiyle başlayan na’tı mevlid törenlerinde de okunan diğer bir örnektir.
Osmanlı coğrafyasında Türk- İslâm edebiyatı adı altında Hz. Peygamber ağırlıklı bir edebiyat ortaya konulmuştur. Kur-‘an’da Resûl-i Ekrem’e dair âyetlerin iktibas ve telmih yoluyla intikal ettiği edebî eserlerde Resûlullah’m isim ve sıfatları, fizikî, ruhî ve ahlâkî vasıflan, aile hayatı, mucizeleri vb. konularda verilen bilgiler Türk edebiyatının bu hususta ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. Na’t-larda yer alan Resûl-i Ekrem’le ilgili âyetlerin sayısı bir tesbite göre yetmiş beş ise de [726] diğer edebî metinler göz önüne alındığında bu sayının birkaç misli artacağı muhakkaktır. Hadisler de edebî metinlere girerek değişik mazmun ve remizlerde kullanılmıştır. Bunların na’tlarda en çok kullanılanlarının yirmi beş civarında olduğu belirtilmektedir; ancak [727] Öbür türlere ait metinlerde yer alan hadislerin sayısı çok daha fazladır. Hz. Peygamber etrafında gelişmiş edebiyat türleri yanında kısas-ı enbiyâlarda kendisi hakkında yazılmış geniş bölümler bulunmaktadır. Resûl-i Ekrem’le ilgili kaside ve gazeller de zengin bir alan teşkil eder. Ayrıca Hz. Peygamber’in ayak bastığı yerler hakkında Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâfı mesâ-cidi’ş-şerîfe’sinden itibaren geniş bir literatür oluşmuştur.
Resûlullah’a dair edebî eserlerle çeşitli şiirler kaleme alınmıştır. Bunların arasında tevhid, münâcât, ramazâniyye, bayra-miyye (ıydiyye), mersiye, maktel, muhar-remiyye, menâkıbnâme. velâyetnâme, menâsik-i hac, deve, güvercin, geyik hikâyeleri, pendnâme, nasihatnâme, fütüv-vetnâme, tâcnâme, devriyye ve nutuklar sayılabilir. Ahmed Bîcan’ın Envârü’l-âşı-kîn’in ikinci kısmında olduğu gibi dinî-tasavvufî eserlerin bazı bölümlerinde Hz. Peygamber’e dair konulara yer verilmiştir. Ayrıca din dışı kitaplarda aşk, âşık-mâşuk ilişkisi gibi hususlar işlenirken sevgilinin güzelliğine ait vasıfların pek çoğu ideal Ölçüleri itibariyle Resûlullah’ın şahsında toplandığından onunla beraber ele alınarak teşbih, tevriye, tenasüp gibi edebî sanatlar içinde değişik mazmunlarla anlatılmıştır. Eski Türk edebiyatında Hz. Peygamberle ilgili çeşitli olaylar, mekânlar, Ehl-i beyt’i ve ashabı birer remiz ve mazmun halinde beyitlere girmiştir. Resûl-i Ekrem’in özel İsimleri yanında gül, bülbül, âyîne, servi, nihai, şems, kamer, mâh, çerağ, nur, kimya, muallim, imam, fahr-i kâinat, ekmel-i âdem, şefî-i ümmet, suitân-ı kevneyn gibi kelime ve terkipler de remiz veya mazmun şeklinde kullanılmıştır. Çeşitli şairlerin divanları üzerinde yapılmış incelemelerde yer alan zengin malzeme bu konuda bir fikir vermektedir.[728]
Gül Hz. Peygamber’i ifade etmekte en çok rağbet edilen çiçek olmuştur. Resûl-i Ekrem’in yüzü, yüzünün ve teninin rengi, kokusu, peygamberler arasındaki yeri ve değerinin gonca, gül-i ra’nâ, gül-cemâl, gül-gûn, gül-i hoş-bûy. gül-i güi-zâr-ı nü-büvvet gibi tabirlerle ifade edilmiştir. Fu-zûlî’nin “Gül” redifli kasidesi bu anlayışın en güzel örneğidir. Dinî-tasavvufî eserlerde ele alınan aşk, aşk-ı Muhammedî, akl-ı evvel, nûr-ı evvel, nûr-ı Muhammedî, hakîkat-i Muhammediyye, sırr-ı Muhammedî, cevher-i Muhammedî, taayyün-i evvel, velâyet-i mutlaka, levh-i mahfuz, rûh-ı a’zam vb. kavramlar pek çok örnekte yer almıştır.[729]
Türk edebiyatında Hz. Peygamber’le doğrudan ilgili belli başlı türler şunlardır:
1. Na’t. Özellikle kaside tarzında yazılan ve divanlarda tevhid ve münâcâttan sonra gelen şiirler olup hemen her şair çok defa birden fazla na’t kaleme almıştır. Sinan Paşa’nın Tazarru”nâme’sindeki gibi bazı mensur örneklerin dışında dinî ve ta-savvufî olmak üzere iki grupta toplanabilecek bu manzumeler Türk edebiyatında bir kişi hakkında yazılmış en zengin türü teşkil eder. [730]
2. Siyer. Re-sûl-i Ekrem’in hayatını kronolojik olarak anlatan manzum veya mensur eserlerdir. Türkçe’deki en eski örnekleri daha çok tercümeye dayanan bu teliflerin ilki, Darîr’in 790’da (1388) Ebü’l-Hasan el-Bekrî el-Kasasî’nin kitabından hareketle yazdığı Sîretü’n-nebıdir. Türkçe siyer ve mev-lid literatürü üzerinde derin izler bırakan bu eserden sonra birçok telif-tercüme kitap kaleme alınmıştır. Nİyâzî, Lâmiî Çelebi, Bakî, Karaçelebizâde Abdülaziz, Ab-dülbâki Arif Efendi, Veysî, Nâbî, Nev’îzâ-de Atâî, Altıparmak Mehmed Efendi ve Eyüp Sabri Paşa bu hususta en tanınmış kişilerdir. Peygamber sevgisini ön planda tutmaları, manzum olmaları ve değişik meclislerde okunmaları dolayısıyla mev-lidlere yakın özellikler gösteren manzum siyerler “siyer mevlid” adıyla tanınmıştır; Hafı’nin Zâdü’i-meâd’ı ile Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyy e’s’m’ı bu gruba dahil etmek mümkündür.
3. Mevlid. Süleyman Çelebi’nin812’de( 1409) kaleme aldığı Vesîletü’n-necâVtan itibaren yazılan mevlidler Türk edebiyatının Hz. Peygamber’le ilgili en zengin türlerinden birini oluşturur. Resûl-i Ekrem’in doğumu, mi’racı ve bazı ahlâkî özelliklerinin anlatıldığı bu manzumelerin bir kısmı bestelenmiş olup dinî toplantılarda okunmaktadır. [731]
4. Mu’cizâ-tü’n-nebî. Hz. Muhammed’in doğumundan itibaren müşahede edilen olağan üstü hallerle mucizelerinin anlatıldığı manzum veya mensur eserlerdir. Edirneli Ab-durrahman Ubeydî’nin £vsâf ve Mu’ci-zatı NebTsl bu türün en tanınmış örneğidir.[732] Bostanzâde ve Taşlı-calı Yahya’nın Güî-i Sad-berk adlı eserlerinde 100 mucize ele alınmaktadır. Bunların manzumları lirik, mucizeleri kelâm noktasından ele alan mensurları ise didaktik ağırlıktadır.
5. Esmâü’n-nebî. Hz. Peygamber’in Kur’an’da, diğer mukaddes kitaplarda ve hadislerde geçen isimlerinin yanında ashabının onun için kullandığı, dinî ve edebî eserlerde onu vasfetmek için zikredilmiş isim ve sıfatlarından derlenmiş, doksan dokuzdan 2000’e kadar varan isimlerini açıklayan manzumelerle konuyu hadis veya kelâm açısından inceleyen mensur eserlerdir. Abdullah Salâhî Uşşâki’nin, “Gül-i Sad-berg-i Evrâd Berâ-yı Tuhfe-i Ubbâd” adıyla bir bölümünü es-mâ-i nebîye ayırdığı eseri türün tanınmış örneğidir.[733] Hasib Efendi’nin Delâiü’hayrat’tan faydalanarak yazdığı Dür-retü’1-esmâ [734] 1000 beyit kadardır. Ayrıca muammaların bir kısmı da Hz. Peygamber’in isimleri üzerine düzenlenmiştir. Abdül-mü’min Efendi’nin Muammeyât iî es-mâi’n-nebîaleyhi’s-selâm adlı eseri [735] buna örnek gösterilebilir. Hafız İbrahim buna Şerhu esmâi’n-nebî adıyla bir şerh yazmıştır. [736]
6. Evsâfü’n-nebî. Resûl-i Ekrem’in çeşitli özelliklerini anlatan bu kitaplara, Afîfüd-din Saîd b. Muhammed b. Mes’ûd el-Kâ-zerûnî’nin eî-Müntekâ iî evşâfi’n-ne-biyyil-Muştafâ’sı gibi [737] Arapça eserler kaynaklık etmiştir. Ebû Ahmed Ubeydul-lah b. Abdullah b. Tâhir el-Huzâî’ye nisbet edilen Risale iî evsâfi’n-nebî ve mu’ci-zâtihî adlı manzum eserde görüldüğü gibi [738] bunların bazıları mu’cizât-ı nebîlerle birlikte ele alınmıştır.
7. Şemail. Hz. Peygamber’in maddî ve manevî özelliklerini anlatan Arapça rivayetlerin toplandığı Tir-mizî’nin eş-Şemâ ilü’n-nebeviyye ve’l-haşû 5işü ‘J-M uşta/a viyye’sinin tercümesiyle şerhine dayanan ve daha çok mensur olarak kaleme alınan bu türün Türk edebiyatında bilinen en eski örneği Hoca Sâdeddin Efendi’ye nisbet edilen Risâle-tü’ş-şemdiiiyye’dir. Tirmizî’nin eseri, Hasan Hüsâmeddin Nakşibendî tarafından Hazret-i Muhammed’in Şemâiî-i Şerî-îesi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. [739]
8. Hilye. Başlangıçta şemaillerin içinde bir bölüm iken sonraları Resûl-i Ekrem’in sadece fizikî özelliklerini aktaran rivayetlerin daha çok manzum olarak yapılmış tercümesidir. Bu eserler, ilk defa XVI. yüzyılda Hâkânî Mehmed Bey tarafından ortaya konulduktan sonra müstakil bir tür olarak gelişmiştir.
9. Mi’râcîyye. Mi’racın çoğunlukla kaside ve mesnevi şeklindeki metinlerde ele alındığı bu zengin tür, XV. yüzyıldan itibaren mi’rac kandillerinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş örneklerle daha da zenginleşmiştir.[740] 10. Regâibiyye. Re-gaib kandili dolayısıyla kaleme alınan kaside ve mesnevilerdir. Receb ayının ilk cuma gecesinin Hz. Muhammed’in ana rahmine düştüğü gece olduğuna inanıldığı için bu şiirler Hz. Peygamber, annesi
Amine ve babası Abdullah’la ilgiliyse de daha çok Resûlul!ah”ın faziletleri, yetim ve öksüz oluşu gibi konular ele alınmıştır. Türk edebiyatında az rastlanan bu türün ilk örneği Salâhî Efendi’nin kaleme aldığı, La’lîzâde tarafından bestelenmiş, Matlau’1-fecr adıyla da anılan 213 beyitlik Risâîe-i Regâibiyye’sıdir.[741]
11. Gazavatnâme. Ünlü kumandanlarla efsanevî kahramanların savaşlarını anlatan eserlerin genel adı olmakla birlikte Hz. Peygamber’in gazvelerinin anlatıldığı manzum veya mensur eserler de bu ismi taşımaktadır. Türk edebiyatında bilinen ilk örnek Dursun Fakih’e nisbet edilen 640 beyitlik Ga-zavaînâme adlı mesnevidir.[742] Ahmed Refik’in (Altınay) Gazavât-ı Ce-lîle-i Peygambens\ de [743] tanınmış bir örnektir. Bunların bir kısmı, Dursun Fakih’in telif ettiği Gazavatnâ-me’nin diğerlerinden biraz farklı bir nüshasında Dolduğu gibi Gazavât-ı Kıssa-i Mukaffa’ şeklinde gazanın adıyla anılır.
12. Hicretnâme. Hz Peygamber’in hicretine dair mesnevilerle diğer şiirlerden oluşur. Bu alanda bilinen en eski mesnevi Nahîfî’nin 788 beyitlik hic-retnâmesidir. Konu siyer, mevlid ve mi’râ-ciyye gibi eserlerin içinde de ele alınmıştır. Tasavvufi kitaplarda Resûlullah ile Hz. Ebû Bekir’in yol arkadaşlığı ele alınıp maddî hicrete manevî hicret eklenerek yeni bir tasavvufi kavram ortaya konulmuştur. Bu konuda Nesîmî, Bursalı İsmail Hakkı, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Leskofçalı Ga-lib gibi şairlerin eserlerinde pek çok örnek vardır. [744]
13. Şefaatnâme. Resûl-i Ekrem’in şefaatini talep etmek için yazılan manzumelerdir. XIV. yüzyıl şairlerinden Ömeroğlu’na ait 125 beyitlik Şefoatnâme [745] bilinen tek müstakil örnektir. Ayrıca Hz. Peygam-ber’e dair manzum eserlerin çeşitli yerlerinde konuya temas edildiği görülür. Bazıları ilâhi ve tevşîh olarak bestelenen bu manzumelere Zekâî Dede’nin suzinak makamındaki, “Yâ Resûlellah şefaat eyle Allah aşkına” ve. “Yâ Habîbellah meded eyle mürüvvet kânısın” mısralarıyla başlayan ilâhileri örnek gösterilebilir.
14. Fazi-letnâme. Resûl-i Ekrem’in faziletlerini ve diğer peygamberlerden üstün oluşunu anlatan eserlerdir. Hadis literatüründe “hasâis” bahsinin “fezâilü’n-nebî” koluna giren Türkçe eserler de bu adı taşımaktadır. Bu türe Kemalpaşazâde i!e Âbirî’nin Efdaîiyyetü nebiyyinâ ala sâiri’1-enbiyâ başlıklı risaleleri [746] örnek verilebilir
15. Kırk Hadis. Bu türün İlk örnekleri Arapça’dan tercüme yoluyla mensur olarak Fars edebiyatında ortaya çıkmış, daha sonra bunlar nazma çekilmiştir. İlk Türkçe örnek olan Nehcü’1-fe-râdîsten itibaren bu tarzda eser verilmesi rağbet bulunca Ali Şîr Nevâfden Fuzûlî, Nâbî ve Âlî Efendi’ye kadar birçok Türk şairi tarafından değişik konularda kırkar hadis derlenerek Türkçe’ye çevrilmiştir. Çoğunlukla kıta şeklinde düzenlenen bu çeviriler zamanla bir mecmua çeşidi haline gelmiştir Bazı müellifler 100 veya 101 hadis derlemeleri de yapmıştır. Bu konuda “gül-i sad-berk” denilen eserler yanında Latîfînin Sübha-tü’l-uşşâk’\ gibi farklı adlar taşıyan örnekler de yazılmıştır.[747] Ayrıca 1000yahut 1001 hadis çalışmaları da vardır. Bu türdeki eserlerin manzum olanına Vecîhî Paşazade Kemal’in Bin Hadis’ı [748] mensur olanına ise Mehmed Arif Bey’in Bin Bir Hadis’l [749] örnek gösterilebilir.
Bibliyografya :
Dîuân-ı lugâü’t-Türk Tercümesi,\, 3-4; Yusuf Has Hâcib. Kutadgu Bilig !: Metin (nşr. Reşİd Rahmeti Arat], Ankara 1979, s. 20-22; Edib Ahmed Yüknekî, Atebetü’i-hakâyık (nşr. Reşid Rahmeti Arat], İstanbul 1951, s. 42-43; Yazıcıoğ-lu Mehmed, Muhammediye (nşr. Âmil Çeiebioğ-luj, İstanbul 1996, II, 4-6; Ali Nİhad Tarlan. Şey-hîDiuantnı Tetkik, İstanbul 1964, tür.yer.; Mehmed Çavuşoğİu, NecâÜ Bey Dîuânı’nm Tahlili, İstanbul 1971, s. 37-38; Nihad Sami Banarlı, Resim/; Türk Edebiyatı Târihi, İstanbul 1971, I, 236, 251-252; Harun Tolasa. Ahmed Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 30-32; Âmil Çele-bioğlu. “Türk Edebiyatında Manzum Dînî Eserler”, Şükrü Elçin Armağanı, Ankara 1983, s. 158-161; a.mlf.. Türk Edebiyatında Mesneui, İstanbul 1999, s. 43-44, 80, 379; a.mlf., “Süleyman Nahîfî’nin Hicretü’n-Nebî Adlı Mesnevisi”, MÜTAD, sy. 2 (1987), s. 53-87; M. Nejat Sefercioğlu, îlev’İ Dîvânı’nın Tahlili, Ankara 1990, s. 28-29; Ömer Demirbağ. Diuân Şiirinde Hz. Muhammed (yüksek lisans tezi, 1991), Yüzüncü Yıl üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi; a.mif., “Hz. Peygamber’in Divan Şürİndeki Yeri”, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, III/3, Van 1992, s. 69-77; Bekir Oğuzbaşaran, Tanzimattan Günümüze Türk Şiirinde Hz. Muhammed (yüksek lisans tezi, 1992], Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi; Necla Pekolcay, Meulid, Ankara 1993, s. 25-43; Emine Yenİterzi, Dîuan Şiirinde Ha’% Ankara 1993, s. 15-54, 140-203, ayrıca bk. tür.yer.; Mustafa Uzun, Mehmed Fev-zi Efendi ve Dini Mesnevileri, İstanbul 1996, s. 34-36,109-120; Vedat Ali Tok, Türk Şiirinde Hz. Muhammed (S.A.V.), Kayseri 1997; Ali Yardım, “Şemail Nev’İnîn Doğuşu ve Tlrmizİ’nin Kitâ-bü’ş-ŞemâHT. DÖİFD, I (1983). s. 349; Mehmet Akkuş, Abdullah Salâhaddin-i üşşakt (Sa-lâhijnin Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1998, s. 149-154,167-170; a.mlf.. “Edebiyatımızda Re-gâibiyye ve Salâhî’nin Matla’u’l-Fecr’i”, AÜİFD, XXXII (1992], s. 129-153; Selçuk Erciydin. “Ha-kîkat-ı Muhammedİyye ve İlgili Beyitler”, Diyanet Dergisi, XXV/4, Ankara 1989, s. 131-143; “Muhammed”, TDEA,V\, 416-419; Hasan Aksoy. “Dursun Fakih”, DİA, X, 7-8; İ. Çetin Derdiyok. “Gül-i Sad-berk”, a.e., XIV, 226; Mehmet Demirci, “Hakîkat-i Muhammedİyye”, a.e., XV, 179-
E) Urdu Edebiyatı.
Hint alt kıtasında Gazneliler devrindeki fetih hareketlerinin ardından oluşmaya başlayan Urdu dili daha teşekkül aşamasında İslâmî unsurları yoğun biçimde bünyesine almıştır. Özellikle mutasavvıfların İslâmiyet’i yaymak amacıyla halkın üzerinde etkisi bulunan şiiri tebliğ faaliyetlerinde kullanmaları Urdu edebiyatının ilk örneklerinden başlayarak dinî konuların yanında söz, davranış ve şahsiyetiyle Hz. Muhammed’i bu edebiyatın ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Resûl-i Ekrem’in üstün vasıflarının övüldüğü na’tın Urdu edebiyatında da ağırlıklı bir yeri vardır. Allah’ın Kur-‘an’da adını yücelttiği, müminler için şefaat yetkisine sahip, dünya ve âhirette rehberliğine ihtiyaç duyulan bu büyük insana olan inanç, ürünlerini yeni vermeye başlayan Urdu edebiyatında na’tın diğer konulardan önce şiirde yer almasına zemin hazırlamıştır.
Bazı araştırmacılar tarafından Urduca’nın ilk örneklerinden kabul edilen Gî-sûdırâz’ın (ö. 825/1422) kaleme aldığı şiir parçalan, Urdu şiirinde Hz. Peygamber’e sevgi ve bağlılığın bu dilin erken dönemlerinde başladığını göstermesi bakımından önemlidir. Yine Urduca’nın erken devir eserlerinden Fahreddin Nizâmî’nin Kadem Rao Padam Rao adlı mesnevisinde hamdeleden sonra Hz. Muhammed’in övgüsüne yer verilmiştir.[750] IX (XV) ve X. (XVI.) yüzyıllarda Burhâneddin Kutb-iÂlem, Şeyh Sadreddin, Şah Mîrâncî Şemsülmeâlî, Şeyh Bahâeddin Bacın, Kebîr, Şah Burhâneddin Canım, Hûb Muhammed Çiştî gibi mutasavvıf şairlerin de Resûl-i Ekrem’e muhabbetlerini dile getirdikleri na’tları bulunmaktadır.
Kutubşâhî Devleti’nin kurucusu Zillul-lah mahlaslı Sultan Kulı Kutubşah ile haleflerinden olup Urdu edebiyatının ilk divan sahibi şairi kabul edilen Muhammed Kulı Kutubşah Resûlullah’ın methine yer vermişlerdir. Muhammed Kutubşah gazellerinin makta’ beyitlerinin çoğunu na’t şeklinde kaleme almıştır. Ayrıca külliyatında bu muhtevada gazeller, manzumeler, rubâîler yanında müstakil bir na’tıyye mesnevisi de yer almaktadır. Abdullah Kutubşah’ın gazellerinde de övgü beyitleri bulunmaktadır. Bu dönemde Nûrnâ-me, Mevlûdnâme, Mfrâcnâme, Vefât-nâme gibi mesnevilerle manzum sîret yazıcılığı da gelişmiş ve Molla Vechî, Gav-vâsî, Tabîî, Emîn Gucerâtî, San’atî gibi şairler na’t yazmışlardır. Molla Vechî’nin 1018’de kaleme aldığı Meşnevî-i Kutb-i Müşteri’nin dil ve muhteva bakımından Nizâmî’nin mesnevisini geride bıraktığı söylenir.[751] Âdilşâ-hîler’den Muhammed Âdilşah zamanında şair Mevlânâ Nusretî 130 beyitlik bir Micracnâme kaleme almıştır. Bu dönemde yeni yeni ortaya çıkan mürettep divanlarda yer alan Hz. Peygamber’e övgüler dışında onun hayatından kesitlerin aktarıldığı müstakil eserler de meydana getirilmiştir. XII. (XVIII.) yüzyılda yaşamış, Urduca’nın büyük şairlerinden Velî Dekke-nînin gazel, kaside, rubâî, müseddes ve müstezat tarzındaki na’tları, ayrıca çağdaşı mutasavvıf şair Kâdî Mahmûd Bahrî ve Firakı” Bîcâpûri’nin de na’t ve menkıbeye dair şiirleri vardır.
Evrengzîb’in vefatının ardından Bâbür-lü saltanatının çöküş dönemine girmesiyle başlayan karışıklıklar edebiyatta bir karamsarlık havasının hâkim olmasına yol açmış, bu durum şiirlere Allah’a ve Hz. Muhammed’e münâcâta yöneliş şeklinde yansımıştır. Devrin mutasavvıf şairlerinden Cânî ile Şeyh Fâzıl Batâlevî’nin na’t-ları bu açıdan dikkate değerdir. Sevdâ-yı Dihlevî’nin na’t kasideleri dil ve sanat açısından türünün seçkin örnekleri kabul edilir. Hâce Mîr Derd ve Mîr Muhammed Taki de şiirlerinde Hz. Peygamber’in methine yer vermiştir. Ancak mutasavvıf şairlerin saray çevresine ve zenginlerin meclislerine girmesiyle şiirdeki dinî motifler azalmaya başlamış, aşk ve romantik konular şiire hâkim olmuştur. Leknev’de Şiî mezhebinin yaygınlığı, ayrıca eğlence ve sefahat düşkünlüğü şairleri dinî konularla Hz. Muhammed’i methetmekten alıkoymuştur. Bu arada şairler na’tlara yer vermişlerse de ardından Hz. Ali’yi öne çıkaran beyitler yazmışlar veya Şîa imamları İçin methiyeler kaleme almışlardır. Bunun yanında Nevâziş Ali Şeyda ile Muhammed Bakır Agâh manzum siyer yazıcılığının Önemli temsilcileri olmuştur. Böylece XIII. (XIX.) yüzyılın ortalarına kadar Resûl-i Ekrem’in na’tına önem veren fazla şair çıkmamıştır. Bu dönemden itibaren Mîr Muhammed Taki bir müseddes. İsmail Şehîd Silk-i Nûr, Keramet Ali Şe-hîdî Kaşîde-i Garrâ, Mü’min Kaşîde-i Zemzeme-sencî-yi Tab1, Meşnevî-yi nâ-Tamâm, Mesnevi be Mazmûn-ı Ci-hâd ve Tazmin ber NaH-i Kuddûsî gibi dikkate değer şiirler yazmışlardır. Gâlib Mirza Esedullah’ın da na’t türü gazelleri vardır. Lutf Ali Han Lutf gibi bazı şairler ise hayatlarını tamamen na’t yazmaya vakfetmiş, 1840’ta Şehîdî Birelvî, Medine’de Ravza-i Mutahhara’nın önünde onun şiirini okurken ölmüştür.
İngiliz sömürgeciliğine karşı 1857’de gerçekleştirilen ayaklanma sonrasında Urdu şiirinde na’t yeni bir boyut kazanmıştır. Hint müslümanları arasında fikrî değişim hızlanmış, yeni bir ihsas tarzı ve toplumsal bilinç na’ta ayrı bir ses getirmiştir. Bu dönem şairleri arasında Hâlî, Zafer Ali Han ve Muhammed İkbal gibi isimler önde yer almaktadır. Bunlar Re-sûlullah’a bağlılığı teşvik etmek, peygamber aşkını canlandırarak olumlu bir güce dönüştürmek, onun üstün özellikleri ve öğretilerinden hareketle hayatın yüce değerlerine dikkat çekmek, İslâmî esasları yayarak bâtıla karşı mücadele etmek. Hz. Peygamber’in söz ve hareketleri ışığında nefis muhasebesini özendirmek, kâinatın ve yaratıcısının tanınmasında Resûl-i Ekrem’in rehberliğine olan İhtiyacı dile getirmek yönünde çaba göstermişlerdir.
1857 ayaklanmasında İngilizler tarafından idam edilen ve bütün şiirlerini na’t ve menkıbeye hasreden Muhammed Kifayet Ali Kâfî’nin manzumeleriyle Gulâm İmam Şehîd İlâhâbâdî’nin Mevlûd-i Şe-rîf-i Bahâriyye’sı peygamber aşkını en iyi yansıtan eserlerdendir. Hafız Lutf Birelvî de na’tı gazel türüyle sınırlandırmış ve gazel içerisinde na’ta yeni bir tarz katarak bu türü en üst noktaya ulaştırmıştır. Müftî Gulâm Server Lâhûrî ile Mehâ-mid-i Muhammedi Tauşîfât-ı Muslafauî adlı bir na’t divanı bulunan Gulâm Mustafa Işki na’thanlar arasında çok rağbet görmüştür. Böylece na’t Emîr Mînâyî ve Muhsin Kâkûrevî dönemine kadar gelişim sürecini tamamlamıştır. Emîr Mînâyî. Hz. Peygamber’e olan sevgisini Mefrâ-mid-i Hûtemü’n-nebiyyîn, Meşnevî-yi Nûr u Tecellî-i Ebr-i Kerem, Şubh-i Ezel, Şâm-i Ebed, Leyletü’I-kadr ve Şâh-i Enbiyâ3 gibi eserlerinde ortaya koymuştur. Hâlî, İslâm’ın yayılışını ve ardından gerilemesiyle müslümanların içine düştüğü sıkıntıları anlattığı Müsed-des-i Medd ü Cezr-i İslâm Müseddes-i Hâlî adlı eserinde nebîler arasında “rah-mef’İn kendisine lakap olarak verildiği Hz. Muhammed’in rehberliğiyle Hint müs-lümanlanna yol göstermeye çalışmıştır.
Sîretü’n-nebîadlı hacimli bir eseri bulunan Şiblî Nu’mânî, Hz. Peygamber’in hayatının bazı kesitlerini sade bir üslûpla nazmetmiş, Asr-ı saadet günlerinden manzaraları şiirine aktarmıştır. Mevlânâ Zafer Ali Han na’tlarında müslümanların çektiği sıkıntıları kendi şiir gücüyle birleştirip Resûl-i Ekrem’in hayatının amelî yönlerine ağırlık vererek onu sevenlerin gönüllerinde cesaret ve fedakârlık duygularını uyandırmaya çalışmıştır. Muhammed İkbal’in Hz. Muhammed’e bakış açısı diğer şairlerden biraz daha farklıdır. İkbal, Resûlullah’a duyduğu sevgi yanında yaşadığı dönemde İslâm dünyasının içine düştüğü siyasî ve fikrî buhranlarla çaresizliği onun manevî huzurunda ifade etmiş, bu sıkıntıları dile getirirken sebeplerini ve çözüm yollarını sorgulayarak Resûl-i Ekrem’in rehberliğini istemiş, ba-zan da fikirlerini müminlerin sevinçlerine ortak olduğunu düşündüğü Resûlullah’a aktarmıştır. Şâd Azîmâbâdî, Mîlâd-nâme ve Zuhûr-i Rahmet adlı eserlerinde Hz. Peygamber’in doğumunu, peygamberliğinin şanını, İslâmî Öğretileri ve peygamberin ahlâkını anlatır. Resûlul-lah’ın hayatına ve şahsiyetine ayrı bir yer veren Ahmed Rızâ Han Birelvî na’t sahasında ayrı bir ekol oluşturmuş, akıcı bir üslûpla inancının gücünü şiirlerine yansıtmış ve sonrakilere örnek olmuştur. Hasan Rızâ Han Birelvî, Bîdem Vârisî, Mirza Muhammed Azîz, Dilû Râm Kevserî, Ma-haraca Kişan Parşâd. Nefis Halîlî. Mevlânâ Muhammed Ali Cevher, İkbal Süheyl gibi birçok isim şiirlerinde Hz. Peygamber sevgisine yer vermiştir.
Pakistan’ın kurulmasıyla birlikte yeni devletin dinle olan bağlarını güçlendirmek amacıyla dinî değerlere verilen ağırlık, bu değerleri çöküşe uğrattığı düşünülen pozitivizme ve ilhâda karşı mücadele için Hz. Muhammed’e yönelme ve hayatından kesitlerle insanlara yol gösterme. zor hayat şartlarında onun temsil ettiği yüce değerlere sığınma, sahip olduğu üstün vasıfları överek bu vesile ile şefaatine nail olma isteği na’t yazımına hız kazandırmış, na’tların muhtevası ve sanatsal güzelliği daha da zenginleşmiştir. Hafız Câlenderî, Abdülazîz Hâlid, Ca’fer Tâhir, Esed Mültânî, Bibzâd Leknevî, Gulâm Resul Ezher, Hafız Tâib, İhsan Dâniş, Mahşer Resul Nagarî, ÂsîZiyâyî, Kerem Hay-darî gibi şairler çeşitli nazım türlerinde na’t kaleme almışlardır. Urdu edebiyatında modern şiirin Öncüleri de serbest şiir türünde na’tlar yazmıştır. Raca Reşîd Mahmûd, Pakistan’da 1948-1992 yılları arasında 400 kadar na’tnâmenin kaleme alındığını bildirmiş ve bunların bir listesini sunmuştur.[752]
Urdu edebiyatında na’t ve manzum sîretler yanında mensur sîretler de yazılmıştır. Urduca nesrin gelişmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkan bu süreçte eserler tarihî ve dinî bilgileri de kapsamaktadır. Hz. Muhammed’e duyulan sevginin yansıdığı diğer bir tür de hac seyahatnameleridir. Bu tür kitaplarda özellikle Haremeyn’le ilgili gözlemler aktarılırken Re-sûl-i Ekrem’in hayatına dair bilgiler de verilmektedir. Şevket Ali Şah’ın Pohonçey Terey Huzur, Hacı Bahadır Şah’ın Refîk-i Hac, Münşî Bereket Ali’nin Rehnümâ-i Hac, Şeyh Nûreddin’in Riyâzü’1-Hare-meyn, Muhammed Abdülvehhâb’ın Se-fernâme-i Sa’âdet, Abdülganî Ensârî’nin Mekkî Medenî kâ Sefer, Raca Muhammed Şerifin Âyîne-i Hicaz, Mümtaz Müftî’nİn Lebbeyk ve Nigâr Seccâd Za-hîr’in Deşt-i İmkân adlı eserleri bunlara örnek gösterilebilir.
Bibliyografya :
Keşşâf-ı Tenkidiiştıiâhât(baz. Ebü’I-i’câz Ha-fîzSıddîki), İslâmâbâd 1985, s. 200-201; Mahmûd Birelvî. Muhtasar Tânh-i Edeb-i Clrdû, Lahor 1985, s. 265-271; Enver Sedîd, Urdu Edeb ki Muhtasar Târih, İslâmâbâd 1991, s. 268, 282, 286, 310-311,342,398-399,419-421, 544, 607-608; Hakîm M. Saîd, “Nact-i Resul ki Ehemmiyyet”, Seyyare Dâcist (Resul Number], Lahor 1992, II, 465-468; Şemîm Ah-med, “Nacc-gû=î aör Us kâ Fen”, a.e., II, 469-475; Efser Siddîki Amrohavî, “Urdû’ey Kadîm aor Nact-gû1”, a.e., II, 477-486; Refîuddin Hâ-şimî, ‘Allâme İkbâl aör M’tr-i Hicaz, Lahor 1994, s. 11-47; Şevket Ali Şah. Pohonçey Tere Huzur Sefernâme-i Hicaz, Lahor 2002, tür.yer.; Eltâf Hüseyin Hâlî, Mûseddes-i Hâli: Medd ü Cezr-i islâm (haz. Gulâm Hüseyin Zülfikar). Lahor 2003, s. 21-22; Nigâr Seccâd Zahîr, Deşt-i İmkân-Se-fernâme-i /Yecd ü Hicaz, Karaçi 2003, tür.yer.; Raca Reşîd Mahmûd. “Pakistan meyn Fenn-i NactTârîbuİttİkâ3″,Fifcrü/Yazar (Sîret Number), XXX/l-2. İslâmâbâd 1992, s. 117-135; İdare. Sîret”, UDMİ, XI, 505-509; Abdülcebbâr Han. “Hazret-I Muhammed (Kütüb-i Sîret-i Urdu)”, a.e., XIX, 305-306; Hafîz Tâib. “Na=t (Urdu)”, a.e., XXII, 403-409.
F) Türk Hat Sanatı.
Hz. Peygamber, insan yaratılışında mevcut güzellik duygusunu İslâm terbiyesiyle şekillendirerek yazının sanat seviyesine yükselmesinde etkili olmuştur. Bu sebeple bütün hat üstatları yazıya aktardıkları dinî heyecanla-
rını Hz. Muhammed’in adı, şahsiyeti ve hadisleri etrafında göstermiş, birbirinden güzel kitap, levha ve kitabeler meydana getirmişlerdir.
İslâm medeniyetinin estetik değerlerinden biri Resûl-i Ekrem’in, “Allah güzeldir, güzeli sever” ifadesidir.[753] Böylece Hz. Peygamber, müslümanlann her türlü çirkinlikten arınmış bir ruh ve fikir güzelliğine sahip olmalarını, iç temizliğinin hayatın bütün safhalarına estetik davranışlar ve sanat hareketleri şeklinde yansımasını hedeflemiştir. Sanat faaliyetlerini ve insan ruhunda tabii bir eğilim olan sanat gücünü dinî hayatın daha içten, feyizli yaşanması bakımından teşvik etmiş, insanların uzun bir tecrübe sonucu ulaştığı bilgi ve sanat birikimine vahyin ışığında istikamet vermiştir. Sanatla imanı birleştirerek ona ilâhî bir vasıf kazandıran Resûl-i Ekrem sanat adı altında toplumun düzenini bozucu, tevhidi ve ahlâkî değerleri yıkıcı hareketlere karşı çıkmıştır.
Hz. Peygamber’in sosyal gelişme ve yükselme için gerekliliğini önemle vurguladığı konulardan biri yazı olmuştur. Yirmi iki harften ibaret Câhiliye devri Arap yazısı yirmi sekiz sesten oluşan dilin kusursuz yazılması için yetersizdi.[754] Kısa sesli harfler, benzer harfleri birbirinden ayıran noktalama işaretlerinin bulunmayışı okuma ve yazmada güçlüklere ve hatalara sebep oluyordu. Öyle anlaşılıyor ki Câhiliye devrinde ve hicretten sonra bir asırlık dönem içinde yazı hafızaya yardımcı durumdaydı.[755] Şekil, harf ve imlâ eksikliklerine rağmen Resûl-i Ekrem yöre halkının bildiği bu yazıyı vahyin yazılması ve öğretilmesi için kullanmış, bir taraftan da harflerin belli kurallara uyularak okunaklı ve güzel yazılması, estetiği, noktalama ve harekeleme gibi konularda birtakım tavsiyelerde bulunmuştur. Nitekim, “Allah beni bir öğretmen olarak görevlendirmiştir [756] “Çocuğun anne ve babası üzerindeki üç hakkı güzel yazmayı, yüzme ve ok atmayı öğretmesi ve ona helâl rızık yedirmesidir [757] buyurması konuya verdiği önemi göstermektedir.
Bütün işlerinde ince bir zevke ve estetik anlayışa sahip olan Hz. Peygamber kâtibine, “Hokkaya lika koy, kalemi eğri kes, besmelenin bâ’sını dik yaz, sîn harfinin dişlerini, mîm’in gözünü açık, ism-i celâli güzel yazmaya gayret et, “rahmân’da kalemin mürekkebini yenile, nûn’un çanağını uzat, ‘rahîm’i de güzel yaz” diyerek [758] besmelenin göze hoş gelecek biçimde yazılmasını tavsiye ederken estetik değerleri ortaya koymuş, böylece yazının sanat seviyesine yükselmesini hedef olarak göstermiştir. “Bilgiyi yazıyla bağlayın [759] “Güzel yazı gerçeğe açıklık kazandırır [760] sözleriyle de bilginin kaybolmaması için güzel yazıyla kaydedilmesini istemiş, bunun insanın akıl ve his dünyasını zenginleştirip mutluluk vereceğini belirtmiştir. Onun bu sözleri yanında okuduğu ahenkli Kur’an âyetleri, mûsikiye ve şiire karşı hassas olan devrin insanlarının ruhundaki sanat duygusunu uyandırmıştır. Mescid-İ Ne-bevî’nin Suffe denilen bölümünde ashabına bizzat ders vermiş, ayrıca burada Kur’an’ı ve okuma yazmayı öğreten kişiler görevlendirilmiştir. Suffe’deki öğrenci sayısının 400’e yükselmesi üzerine Medine’nin diğer mahallelerindeki dokuz mes-cidde de yeni okullar açılarak okuma ve yazma yaygınlaştırılmıştır.
Daha sonra İslâm coğrafyasında görülen gelişmelere paralel olarak hat ve İslâm’a ait sanatlar Kur’an ve hadisler etrafında biçimlenmiş, asırlar içinde farklı üslûplar ve çok zengin formlar kazanmıştır. Bu mücerret çizgiler müzikal bir ifade gücüne ulaşmış, dinî bir tesir icra etmesinin yanında XIX. yüzyılda Paul Klee ve Vasily Kandinsky gibi Batılı modern ressamları da etkilemiştir.
İslâm’ın ilme ve kitaba verdiği Önem sonucunda hat sanatının ilk güzel örnekleri kitap sanatları sahasında görülmüştür. Başta Kur’ân-ı Kerîm, Kütüb-i S itte, hadis mecmuaları olmak üzere ilmî ve edebî eserler hat sanatının üstatları tarafından en güzel şekilde yazılmış, tezhip ve cilt sanatlarının farklı üsluplarıyla şaheserler ortaya konulmuştur. Nitekim dünya müze ve kütüphanelerinde usta hattatların yazdığı hadislerin fevkalâde güzel örnekleri zengin bir hazine oluşturur. Bunlar arasında eğitim, öğretim ve tes-bit maksadıyla sadece okunaklı olmasına dikkat edilmiş hadis kitapları olduğu gibi peygamber sözüne lâyık, güzel hatlara bürünmüş sanat değeri taşıyan pek çok kitap, mecmua ve murakka’ da mevcuttur. Sultan Reşad’ın, Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Saadet Dairesi’nde okunmak üzere Muzıka-i Sultanî hat hocası Hasan Rızâ Efendi’ye yazdırarak vakfettiği sekiz ciltlik Şahîh-i Buhârî hat, tezhip ve cildiyle bir şaheserdir. Bütün ciltlerin yazımı nesih hatla 1913’te tamamlanmış, tezhip edilerek ciltlenmiştir.[761] Saray meşk hocası Abdullah Vefâî tarafından güzel bir nesihle yazılmış, Osman b. îsâ es-Sıddîkî’nin Ğöyetü’t-tavzîh li’1-Câmi’i’ş-şahîh adlı eseri serlevhası tezhipli, altın cetvelli, klasik tarzda ciltlenmiş bir eserdir.[762] Reîsülhattâtîn Muh-sinzâde Abdullah Efendİ’nin 11. Abdülhamid’in emriyle nesih hatla yazdığı Şifâ-i Şerif de hat sanatının güzel örnekleri arasında yer alır.
Osmanlı hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah’ın 901 ‘de (1495) nesihle yazdığı, tezhipli ve ciltli, Ferrâ el-Begavî’nin Meşâbîftu’s-sünne’si seçme hadisleri İçeren güzel bir eserdir [763] Yine onun yazdığı, Buhârî ve Müslim’den seçme hadisleri ihtiva eden Radıyyüddin es-Sâgânî’nin Me-şârİku’I-envâri’n~nebeviyye’s\ hat sanatı tarihi bakımından Önemli bir örnektir.[764]
Hz. Peygamber’in kırk hadisini ezberleyenlerin kıyamet gününde ödüllendirileceğini belirten sözleri [765] erken devirlerden itibaren kırk hadis mecmualarının tertip edilmesine vesile olmuştur. Bu kırk hadislerin müze ve kütüphanelerde mevcut manzum ve mensur tercümeleri meşhur hat ustalarının elinden çıkmış sanat değeri taşıyan örneklerdir. Bunlar arasında. Eski Saray meşk hocası Hasan Üsküdârî tarafından 1112’de (1700) nesihle yazılmış, tezhipli, ciltli, Ali b. Ahmed el-Ensârî el-Karâfî’ye ait Kitâbü Nefehâti’l-‘abîn’s-sâri adlı eseriyle [766] Ahmed b. Abdülazîz er-Remâdî’nin el-Me-vâhibü’l-‘azîziyye adlı, 1280’de (1863) nesih hatla yazılmış, serlevhası tezhipli, zilbahar ciltli hadis mecmuası [767] dikkat çekmektedir.
Resû!-i Ekrem’in müminlere en güzel örnek olan [768] yaşama tarzını, davranışlarını konu alan şemail kitapları da hattatlar tarafından büyük bir emekle yazılmış, İslâm kitap sanatlarının güzel örnekleri arasında yer almıştır. Kanûnî Sultan Süleyman için istinsah edilen serlevhası tezhipli, klasik ciltli Muslihud-dîn-i Lârî’ye ait Şerh-i Şemd’ii-İ Tirmizî çok değerli eserlerdendir.[769] Türk hat sanatında şemailin en yaygın ve feyizli bölümü hilye-i şe-rifelerdir. Hafız Osman’dan beri hattatlar arasında hilye yazmak bir gelenek halini almış, büyük hat ustaları sanat hünerlerini Kur’ân-ı Kerîm kitabetinden sonra hilye yazmakta göstermiştir. Hilye-i Hâkâ-nf den seçme beyitler Yesârî Mehmed Esad, Yesârîzâde Mustafa İzzet, Mehmed Nazif Bey, Ömer Vasfi ve Aziz efendiler tarafından ta’lik kalemiyle yazılmıştır. Buhârî’nin naklettiği, Hz. Muhammed’in mucizevî on özelliğinin kaydedildiği “Aşe-re-i mu’cizât-ı nebî”nin Mehmed Şevki Efendi gibi hattatların kaleminden murakka’ ve levha olarak hazırlanmış güzel örnekleri vardır.
Osmanlı hattatları arasında Hafız Osman’ın 400’den fazla sülüs-nesih hilye yazdığı bilinmektedir.[770] Talebesi Yedikuleli Seyyid Abdullah [771] Eğrikapılı Mehmed Râsim.[772] Abdülkadir Şükrü [773] İsmail Zühdü (Yeni) [774] çeşitli hatlarla ve farklı düzenlemelerle yazdığı hilyeleriyle meşhur Mustafa Rakım [775] Mahmud Celâleddin Efendi (Raif Yelkenci koleksiyonu], büyük boy hilye yazımını başlatarak 200’e yakın hilye yazan Kazasker Mustafa İzzet [776] Abdullah Zühdü [777] Mehmed Şefik [778] her gün sabah namazından sonra bir hilye yazmakla hat sanatına en saf güzelliğini kazandırmış olan Mehmed Şevki Efendi [779] hilye metninde sülüs ve nesih hattının yanında gu-bârî hattını da kullanan Mehmed Fehmi Efendi [780] Filibeli Arif Efendi [781] 2 metreyi aşan büyük boy hilyeleriyle tanınan Hacı Hasan Rızâ [782] Yahya Hilmi Efendi [783] Mustafa Rakım tertibinde çeşitli hatlarla yedi büyük boy hilye yazan RifâîAziz Efendi [784] Kâmil Akdik [785] Macit Ayral Hamit Ay-taç [786] muhakkak, sülüs ve nesih hatla hilye yazan Türk hattatların dan dır. Yesârî Mehmed Esad [787] ve oğlu Ye-sârîzâde Mustafa Jzzet’Ie [788] Hulusi Efendi de [hilyeleriyle tanınan hat üstatlanndandır.
Müslümanların en çok okuduğu metinler belirli sûre ve âyetleri, Allah’ın isimlerini, salavatve duaları içeren evrâd, delâilü’l-hayrât ve dua risaleleridir. Kur’an’ın Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirmekle ilgili tavsiyelerinden [789] hareketle dinî hayatı daha feyizli yaşamak, Hz. Muhammed’in şefaatini talep etmek maksadıyla okunan bu dua kitapları hat üstatları tarafından büyük bir özenle yazılmış, tezhip ve cilt sanatlarının güzellikleriyle birleşerek İslâm sanatlarını zenginleştirmiştir. Kütüphane ve müzelerde sanat değeri taşıyan pek çok evrâd. evrâd-ı üsbûiyye ve Delöilü’l-hayrât risaleleri bulunmaktadır. Bunlar arasında Hafız Osman,[790] Kazasker Mustafa İzzet [791] İsmail Zühdü (Yeni) [792] efendilerin yazdığı De-ltfilü ‘1-hayrât’lar çok tanınmıştır. Hasan Rızâ Efendi’nin (Hacı) 1302’de (1885) yazdığı nesih Deî&ilü’I-hayrât 1368’de (1949] Şam’da basılmıştır.
XV. yüzyıldan beri hat üstatlarının çeşitli hatlarla yazdığı kıtaların bir araya getirilmesiyle oluşan murakka’larda genellikle hadîs-i şerifler konu alınmıştır. Dünya müze ve kütüphanelerinde korunan ve İslâm medeniyetinin ulaştığı sanat seviyesini gösteren binlerce murakka” Re-sûl-i Ekrem’in erdemli ve huzurlu bir hayatın prensiplerini öğreten sözlerini içine almaktadır. Bunlar yazı, tezhip ve cilt sanatlarının uyandırdığı zevk ve hayranlık duygulan içinde peygamber sevgisinin gönüllerde daha canlı ve devamlı kalmasını sağlamıştır.
Kütüphane ve müzelerin en ilgi çekici yazı albümleri arasında kıta formunun ölçü ve kurallarını ortaya koyan, Şeyh Hamdullah’ın sülüs ve nesih hatlarla Hz. Muhammed’in hadislerini yazdığı albümler [793] muhakkak, reyhânî, tevki ve rikâ’ murakka’-lar [794] Osmanlı hattatlarına örnek olmuştur. Derviş Ali’nin Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde [795] Hafız Osman’ın İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde [796] Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin Yale Üniversitesi ile [797] Michigan AnnArbour Üniversite-si’nde [798] hadisleri konu alan murakka’ları bu konuda örnek eserlerdir.
Bûsîrî’nin Hz. Peygamber’i övmek için yazdığı meşhur Kaşîdeîü’l-bürde’sı de hat üstatları tarafından yazılmıştır [799] Bu kasidenin aslı kadar Türkçe manzum tercüme ve şerhleri yanında seçme beyitleri de mürekke-bât meşk m urakka’l arıyla celî hatla levhalarda yer almıştır. Kâ’b b. Züheyr’in aynı adla veya Bânet Sü’âd diye bilinen Resûl-i Ekrem’e sunduğu kasidesi de hattatların yazdığı metinlerdendir. Bunun Hafız Osman hattıyla güzel bir örneği Londra’da Halilİ koleksiyonundadır. Mehmed Şevki Efendi hattıyla bir diğer örneği de Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’n-de bulunmaktadır.[800] Hz. Muhammed’in adları ve sözleri kûfî ve celî hatlarla mimari eserlerin iç ve dış mekânlarında kitabe, levha ve kuşak yazılan olarak kullanılmış ve mimarinin estetiğini tamamlayan birer unsur olmuştur.
Orta Asya’da başlayan, İran ve Anadolu coğrafyasında geniş bir alana yayılan Türk ve İslâm mimarisinin iç ve dış mekân mozaik çini süslemelerinde, ahşap ve taş işlerinde Allah, Muhammed ve dört halifenin isimleri satrançlı, örgülü ve tez-yinî kûfî hatlarla yazılarak çok zengin kompozisyonlar oluşturulmuştur. Bunlar arasında XII. yüzyıla ait Buhara Namazgah Mescidi taçkapı üstü kitabesinde, Erzurum Çifte Minareli Medrese’nin minare kaidelerindeki sekiz kollu yıldız motifinde, Eski Malatya Ulucamii mihrap önü kubbe takında beşli yıldız şeklinde, Türkistan Ahmed Yesevî Türbesi dış mekân süslemelerinde, Semerkant Şah Zinde Kadızâ-de Rûmî Türbesi kubbe kasnağı dış yüzeyinde, Semerkant Şîr Dar Medresesi eyvan süslemelerinde firuze renkli çini mozaik ve kûfî hatlarla şekillendirilmiş olan Allah, Muhammed ve dört halife isimleri ilgi çeken Örneklerdir.
Osmanlı mimarisinde cami yazıları olarak Allah, Muhammed ve çehâryâr-ı gü-zîn levhaları genellikle iç mekânlarda kalem işi, çini üzerine ve taşa hakkedilmiş, celî sülüs, celî ta’lik, seyrek olarak da celî muhakkak hattıyla yazılmış, bilhassa celî hatların gelişmesiyle camiler daha da zenginleşmiştir. Çok defa âyet ve hadisler mekânın özelliğine göre seçilmiştir. Hz. Muhammed’in adı ayrı olarak veya Allah adıyla yan yana yahut iç İçe kompoze edilmiştir. Cami İçinde kare plandan kubbeye geçiş üçgenlerinde yer alan, beş köşeli yıldız şeklinde açılmış bir gül gibi resmedilen Muhammed ismi Osmanlı hat üstatlarının asırlar içinde bütün sanat yeteneklerini ve zevklerini ortaya koyarak biçimlendirdikleri bir sanat şaheseridir. Muhammed kelimesinin hat sanatında estetik ölçülerine Mustafa Rakım üslûbunda ulaşılmış, Kazasker Mustafa İzzet, Mehmed Şefik, Sami Efendi, İsmail Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim Özyazıcı gibi üstatların elinde en güzel örneklerini vermiştir. Yazıldığı mekânla göz arasındaki mesafe dikkate alınarak cami yazılarının kalem kalınlıkları ayarlanmıştır. Ayasofya Camii’nin iç mekânında kubbeye geçişte 7,5 m. çapında ve 35 cm. kalem kalınlığında Kazasker Mustafa İzzet Efendi hattıyla yazılmış Allah, Muhammed, çehâr yâr-ı güzîn levhaları hat sanatında yazılmış en iri yazılardır.
Mustafa Râkim’dan sonra celî sülüs, Yesârîzâde’den sonra celî ta’lik yazının belli estetik kurallar kazanarak gelişmesiyle beraber cami, türbe, mescid gibi mimari eserler dışında ev ve iş yerlerine asılmak maksadıyla celî hatla yazılmış hadisler, Hz. Peygamber’e övgü ifade eden âyetler hat sanatında çok geniş bir yer tutar. Başta kelime-i tevhid, kelime-i şehâ-det olmak üzere “Ve mâ erselnâke illâ rah-meten li’l-âlemîn” [801] “Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin min ricâ-liküm velâkin resûlellâhi ve hâteme’n-ne-biyyîn [802] “Yâ eyyühe’n-ne-biyyü innâ erselnâke sahiden ve mübeş-şiran ve nezîran [803]“Ve ke-fâ billahi şehîden Muhammedün resûlul-lâh” [804] “Ve mübeşşiran bi-resûlin ye’tî min ba’di’smuhû Ahmed [805] “Ve İnneke lealâ hulukın azîm [806] âyetleri üstatların en çok rağbet ettiği celî sülüs ve celî ta’lik hatla yazılmış örneklerdendir. Cami, türbe, kütüphane, müze ve Özel koleksiyonlarda kompozisyon ve hat sanatı bakımından değerli levhalarda en çok görülen hadisler ise şunlardır: “İnnellâhe ce-mîlün yühibbü’I-cemâl”; “Kuli’l-hayre ve illâ fe’sküt”; “el-Kanâatü kenzün lâ yüf-nâ”; Re’sü’I-hikmeti mehâfetullâh”; “er-Rızku alellâh”; “Men sabere zafire”; “el-Cennetü tahte akdâmi’l-ümmehât”; “Rüt-betü’1-ilmi a’le’r-ruteb”; “el-Kâsibü habî-bullah”: “Seyyidü’İ-kavmi hâdimühüm”; “Hayrü’n-nâs men yenfeu’n-nâs”; “Küllü-küm rain ve küllüküm mes’ûlün an raiy-yetihî”; “Niyyetü’l-mü’mİni hayrün min amelihî”; “Utlubü’f-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahdi”; “el-Hayâü mine’l-îmân”; “Men tevâzaa rafeahullâh”; “İnne’l-İslâme nâzi-fün fetenezzafû fe-innehû lâ yedhulü’l-cennete illâ nazîfün”; “en-Nezâfetü mine’l-îmân”; “Yessirû ve lâ tüassirû beşşirû velâ tüneffirû”; “Kefâ bi’1-mevti vâîzan yâ Ömer”; “İnne’l-cennete tahte zılâli’s-sü-yûf”; “Levlâke levlâk lemâ halaktü’!-eflâk”; “İnneme’l-a’mâlü bi’n-niyyât”; “el-Bahîlü lâ yedhulü’l-cennete”; “es-Salâtü irnâdü’d-dîn”; “Şefâatî li-ehli’1-kebâire min ümmetî”; “Meni’stevâ yevmâhu fe-hüve mağbûnün”; “Eddebenî rabbî fe-ah-sene te’dîbî”.
İslâm büyükleri ve şairlerinin Hz. Muhammed, Ehl-i beyt ve ashabına duydukları sevgi, şefaat dileme ve övgü gibi duygularla dile getirdikleri kelâm-ı kibar, na’t ve ahlâkî manzumeleri de celî hatlarla yazılmıştır. Abdullah Zühdü’nün, Mescid-i Nebevî’nin kubbe kasnağı ve kıble duvarlarına yazdığı Hz. Muhammed’le ilgili celî sülüs âyet ve kasideler, celî sülüs zeren-dûd, “Aman lafzı senin ism-i şerifinle müsavidir / Onuncun âşıkın zarı amandır yâ Resûlellah” levhası; Mahmud Celâleddin Efendi tarafından celî sülüs hatla Mevlâ-nâ’nın. “Yâ rabbî ibâdât-ı resûlü’s-seka-leyn” diye başlayan münâcâti; Sami Efendi hattıyla celî sülüs, “Lî hamsetün utfî bi-hâ harre’l-vebâ el-hâtıma el-Mustafâ ve’l-Murtazâ ve’bnâhümâ ve’l-Fâtima” zeren-dûd levhası; Yesârîzâde Mustafa İzzet’in, “Keşefe’t-dücâ bi-cemâlihî” mısraı İle başlayan ta’lik kıtası; Sami Efendi’nin celî ta’lik “Dahîlekyâ Resûlellah” levhası; Hulusi Yazgan’ın celî ta’lik “Sultân-ı rusül şeh-i arafnâk hâdî-i sübül delîl-i sellâk / Der hakk-i tü Hak Teâlâ levlâke lemâ ha-lektü’i-eflâk” levhası; Abdülfettah Efen-di’nin celî sülüs hazırladığı “Âh yâ Muham-med” levhası; Çırçırlı Ali Efendi’nin celî sülüs, “Yapıştım dâmen-i pâk-i rızâya herçi bâd âbâd / Sarıldım hâk-i pây-i Mustafâ’ya herçi bâd âbâd” levhası; yine Çırçırlı Ali Efendi’nin celî sülüs, “Fahr-ı âlem enbiyânın zât-ı müstesnâsıdır” levhası; Mustafa Rakım Efendi’nin celî sülüs, “Basma-sa mübarek kademin rûy-i zemîne / Pâk etmezdi kimseyi hâk ile teyemmüm” levhası; Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin celî sülüs, “01 resûl-i müctebâ hem rah-meten li’1-âlemîn”; Ali Haydar Efendi’nin celîta’lik, “Müeyyeddir seninle dîn ü devlet yâ Resûlellah” levhası; Hamit Aytaç’ın celî sülüs ve celî ta’Iikle yazdığı, Nâbî’nin, “Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-ı hu-dâdır bû” mısraı ile başlayan şiiri; Yahya Kemal’in, “Ezân-ı Muhammedî” şiiri ve “Na’l-i şerif levhaları hat sanatımızda Hz. Peygamber’le ilgili belli başlı levhalardır.
Bibliyografya :
Dârimî. “Mukaddime”, 43; Müslim. “îmân”, 147; İbn Mâce, “Mukaddime”, 229; Kâdî İyâz, eş-Şifâ*. !, 506; Süleyman Çelebi, Vesîletü’n-necat: Mevlid {haz. hhmed Ateş), Ankara 1954, s. 150-152; Fuzûlî, Kırk Hadis Tercümesi (nşr. Kemal Edip Kürkçiioğlu), İstanbul 1951, s. 1-8; Münâvî. Feyzü’l-kadîr, ili, 393; Aclûnî. Keşfü’l-hafâ’, II, 246; Müstakİmzâde, Tuh-fe, s. 7-15; Elmalılı, HakDini.V, 3923; Kemal Çığ, Hattat Hafız Osman Efendi, İstanbul 1948, s. il; Nihad M. Çetin, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973, s. 25; Metin Şahinoğlu, Anadolu Selçuklu Mimarisinde Yazının Dekoratif Eleman Olarak Kullanılışı, İstanbul 1977, s. 40, 41; ASurvey ofPerslanArt (ed. A. U. Po-pe-P.Ackerman),Tehranl977,IV, 1742, 1747; Nihad Sami Banarlı, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri, İstanbul 1982, II, 53-60; M. Uğur Derman, “Mimar Sinan’ın Eserlerinde Hat Sanatı”, VI. Vakıf Haftası, İstanbul 1989, s. 290; a.mlf., “Hil-ye (Hat)”, DİA,XVIII, 47-51; Hamîdullah./s/âm Peygamberi (Tuğ), 11, 759-777; J. M. Rogers. Empİre ofthe Sultaııs: Ottoman Art from the CollectİonofhasserD. Khalili, London 1996, s. 97-99, 234-235; Ali Yardım, Peygamberimiz’İn Şemaili, İstanbul 1997, s. 29, 45-62; M. Abdül-hay el-Kettânî, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâttbu’l-idâriyye (trc, Ahmet Özel), İstanbul 2003, 1, 276-288; II, 310-318; Süleyman Berk, Hattat Mustafa Rakım Efendi, İstanbul 2003, s. 54; Maçka Mezat Bahar Müzayedesi: 13 Nisan 2003, İstanbul 2003, tür.yer; Maçka Mezat: W Kasım 2003, İstanbul 2003, tür.yer.; Süleyman Uludağ, “Delâilü’l-hayrât”, DİA, IX, 113, 114; M. Yaşar Kandemir. “Hadis”, a.e., XV, 52, 54; Kenan Demirayak, “Kasîdetü’l-bürde”, a.e., XXIV, 566-568; Mahmut Kaya, “Kasîdetü’l-bürde”, a.e., XXIV, 568-569.
G) Türk Mûsikisi.
Hz. Muhammed’in hayatındaki pek çok örnek onun ses güzelliğine ilgi duyduğunu, özellikle Kur’an ve ezan okurken seslerini daha güzel kullanmaları hususunda ashabını teşvik ettiğini göstermektedir. Hicretten sonra ashaptan Abdullah b. Zeyd b. Sa’lebe rüyasında kendisine öğretilen ezan metnini okuyunca Resûlullah’m bu metnin sesi güzel olan Bilâl-i Habeşî’ye öğretilmesini istediği bilinmektedir. Ayrıca Bilâl’ın hayatı boyunca Hz. Peygamber’in müezzini olarak hizmet etmesi ve Resûlullah’m zaman zaman ona, “Haydi Bilâl, namaz için ezan oku da bizi ferahlat” demesi [807] Resûl-i Ekrem’in bu konudaki hassasiyetini ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın, güzel sesli bir peygamberin sesini Kur’an ile güzelleştire-rek yüksek sesle okumasından hoşnut olduğu kadar hiçbir şeyden hoşnut olmadığını belirten Resûlullah [808] bir defasında Ebû Mûsâ el-Eş’arrnin okuduğu Kur’an’ı dinleyince ona şöyle söylemiştir: “Sana Dâvûd aleyhisselâma verilen mizmârlardan biri verilmiştir. Ebû Musa’nın bu hadisin bir başka rivayetinde yer alan, “Yâ Resûlellah! Kıraatimi dinlediğinizi bilseydim tilâvetimi daha güzel nağmelerle süslemek için gayret gösterirdim” sözüne de [809] itiraz etmemişti. Hadisteki “mizmâr” kelimesine sözlükler “nefesli bir mûsiki aletinin ismi” yanında “nağme, terennüm, güzel ses” anlamını da vermektedir.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra müslümanlar ona olan hasretlerini, sevgilerini manzum ve mensur eserlerde ifade etmeye çalışmışlardır. Bunlardan manzum olanlar, çeşitli İslâm ülkeleri yanında bilhassa Osmanlı kültür ve medeniyetinde özel şekil, tarz ve tavırları sebebiyle ayrı ayrı adlar almıştır. Bu şiirler, tasavvuf! hayatın ve tarikatların tesiriyle zenginleşen dinî pratiklerin şekillendirdiği mûsiki
eserlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. Esas teması Allah ve Hz. Muhammed sevgisi üzerine yoğunlaşan, cami ve tekke (tasavvuf) mûsikisi olarak iki türde incelenen Türk dinî mûsikisinde konuyla ilgili eserler önemli bir yekûn tutmaktadır. Bunlar Türk dinî mûsikisinin en güzel örnekleri olarak günümüze kadar okunmuştur.
1. Salâ(salât, salavat). Hz. Muhammed’e Allah’tan rahmet dilemek, onu ve aile fertlerini hürmetle anmak, ona sığınmak, şefaatini talep etmek maksadıyla yazılmış dua cümleleriyle sevgi ve övgü ifade eden sözlerin besteli veya serbest şekilde okunduğu dinî mûsiki formudur. Güfteleri Arapça olan salaların icrası “sala vermek, salavat getirmek” şeklinde de anılır. Salalar bazan birlikte (cumhur), bazan da tek kişi olarak cami ve minarelerde müezzin, tekkelerde zâkir tarafından okunur. Ayrıca çeşitli dinî-tasavvufî toplantılarda zaman zaman sala verildiği bilinmektedir. Salaların sabah salası, cenaze salası, cuma ve bayram salası, salât-ı üm-miyye, salât-ı kemâliyyeve salât-ı münci-ye gibi çeşitleri vardır.
2. Na’t. Resûl-i Ekrem’i methetmek, ondan şefaat dilemek, onun güzel vasıflarını anmak ve anlatmak amacıyla kaleme alınmış eserlerin okunduğu formun adıdır. Güfteleri, daha çok mutasavvıf şairlerin Türkçe ve Arapça’nın yanı sıra Farsça yazılmış manzumelerinden seçilmiştir. Cami ve tekke na’tları olarak ikiye ayrılan bu eserler camilerde namazdan önce, tekkelerde zikrin başında veya zikir aralarında okunur.
3. Mevlid. Hz. Muhammed’in doğumu, hayatının çeşitli safhaları, mucizeleri ve vefatını konu alan manzumelerdir. Türk dinî mûsikisinde en tanınmış mevlid Süleyman Çe-lebi’nin Vesîletü’n-necât adını taşıyan eseridir. Mevlidin başta mevlid kandiliyle diğer kandiller olmak üzere din büyüklerini anma, ölüm, doğum, hac ibadetini yerine getirme, evlenme vb. olaylar vesilesiyle camilerde veya başka bir mekânda düzenlenen dinî toplantılarda okunması yaygın âdet haline gelmiştir. XIX. yüzyılın sonuna kadar belirli bestelerle okunan Süleyman Çelebi mevlidinin bestesi daha sonra unutulmuştur. Günümüzde bahirler muayyen bir makam sırası takip edilerek irticalen okunmaktadır.
4. Mi’râciyye. Resûl-i Ekrem’in mi’racını anlatan manzumeler arasında Kutbünnâyî Osman De-de’nin mesnevi şeklinde kaleme alarak bestelediği eserinin ayrı bir yeri vardır. Türk mûsikisinin günümüzdeki en muhteşem örneği kabul edilen bu mi’râciyye genellikle mi’rac kandilinde veya ertesi günü cami ve tekkelerde okunur.
5. Tev-şîh. Mevlid ve mi’râciyye bahirleri arasında okunmak üzere bestelenmiş, Hz. Mu-hammed’i öven veya onun herhangi bir özelliğini konu alan manzum eserlerdir. İlâhilere göre daha sanatlı olan ve genellikle büyük usullerle ölçülen tevşîhlerin çoğu Türkçe ise de bazı Arapça ve Farsça Örneklere de rastlanmaktadır.
6. İlâhi. Dinî-tasavvuf! muhtevalı, Allah ve Peygamber sevgisini dile getiren manzumelerin Türk mûsikisi makam ve usulleriyle bestelenmiş şeklidir. Tfekke ve cami ilâhileri diye ikiye ayrılan bu eserler tekkede zikirler esnasında, camide çeşitli ibadetler arasında veya değişik dinî toplantılarda icra edilmektedir. Eskiden hicrî ayların her biri için bestelenmiş ilâhiler vardı. Mevlid ayları denilen rebîülevvel ve rebî-ülâhirde okunan tevşîh ve na’tlar yanında güftelerinde Hz. Peygamber’in çeşitli özellikleri anlatılan ilâhilerin okunması da yaygın bir âdetti. Ayrıca tekkelerde zikir esnasında okunan, Türk mûsikisi makamlarıyla bestelenmiş, sözleri Arapça olan şuğullerin, ramazanlarda minarelerde okunan temcîdlerin birçoğu da Hz. Pey-gamber’i konu edinmiştir. Zâkiri Hasan Efendi’nin, “Şefîu’I-halkı fi’1-mahşer / Muhammed sâhibü’l-minber” beytiyle başlayan pençgâh bestesi çok tanınmış örneklerdendir.
7. Kaside. Allah ve Hz. Mu-hammed hakkındaki övgülerden, din büyüklerinden, onlara gösterilmesi gereken saygıdan ve tasavvufî meselelerden bahseden şiirlerin bir kişi tarafından bir makam veya makamlar çerçevesinde irticalen okunan şeklidir. Cami ve tekkelerde icra edilen kasidelerin en sevilenleri Hz. Peygamberle alâkalı güftelere sahip örneklerdir. Bunlardan başka daha çok Hz. Muhammed’İn anne ve babasının özelliklerini konu alan regâibiyyelerle Süleyman Çelebi’nin Meviid’inden sonra halk arasında büyük rağbet gören ve özellikle ca-
milerde “Muhammediyehan” denilen hafızlar tarafından okunan Yazıcıoğlu Meh-med Efendi’nin Muhammediyye’sinden de söz etmek gerekir.
Bibliyografya :
Buhârî, “Fezâ’nü’l-Kufân”, 19, 31,”Tevhîd”, 32; Müslim, “Müsâfirîn”, 232-234; Ebû Dâvûd. “Edeb”, 78; Beyhaki, es-Sünenü’ş-şuğrâ (nşr. M. Ziyâürrahmanel-A’zamî), Medine 1410/1989, I, 560; a.mlf.. Şu’abû’l-tmân (nşr. M. Saîd b. BesyûnîZağlûl), Beyrut 1410/1990, II, 389; Sadettin Nüzhet Ergun. Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1942-43, I, 12-13, 25, 119, 122, 125; 11,401, 404, 654-656; Subhİ Ezgi, Türk Musikisi Klâsiklerinden Temcit-Na’t-Salat-Durak, İstanbul 1945, s. 11-26; a.mlf., Nazarî-AmeÜ Türk Musikisi, İstanbul, ts., III, 54-59, 63-66, 76-79, 85, 102-143; Nuri Özcan, OnSekizincİ Asırda Osmanlılarda Dînî Mûsiki (doktora tezi, 1982], Mü Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 15-18, 21-31, 38-46; a.mlf.. “Bayram Salası”, DİA, V, 268-269; a.mlf. – Mustafa Uzun, “Cenaze Salası”, a.e., VII, 358-359; Mustafa Uzun. “Osmanlı’ nın Gür Nefesi: Türk Dinî-Tasavvufî Edebiyatında İlâhi”, Osmanlı, Ankara 1999, IX, 591; Halil Can, “Dinî Türk Musikisi Antolojisi (Lügati)”. MM, sy. 217 (1966), s. 14; sy. 218 (1966), s. 57; sy. 220 (1966), s. 119-121; sy. 222(1966), s. 198; sy. 226 (1967], s. 19; a.mlf., “Dinî Musiki”, a.e., sy. 291 (1974). s. 15; sy. 292 (1974), s. 23-24; sy. 293 (1974), s. 17-20; sy. 296 [1974], s. 22-23; sy. 297 (1974), s. 24-27; sy. 300 (1974), s. 25-28; sy. 308 (1975), s. 23-24; Pakalın, III, 22; İsmail Hakkı Özkan, “Kaside (Mûsiki)”, DM, XXIV, 566.
V. Literatür
A) İslâm Dünyası.
Arapça. Kur’ân-l Kerîm’in ilk muhatabı ve tebliğcisi olması yanında hayatı ve faaliyetleri dolayısıyla Kur”an’da Hz. Peygamber’Ie ilgili birçok âyet ve sûre bulunmaktadır. Tefsirlerde Kur’an âyetleri açıklanırken Resûl-i Ekrem’in hayatına, örnek şahsiyetine, sözlerine ve fiillerine dair bilgilere yer verilir. Çeşitli vesilelerle hayatından bazı kesitlerin yer aldığı hadis kaynaklan da Hz. Peygamber etrafında oluşmuş geniş literatürün önemli bir kısmını teşkil eder Re-sûlullah’ın anne ve babası hakkında müstakil eserler kaleme alınmıştır. Süyûtî’nin bu konudaki altı risalesi [810] Zeynî Çelebi el-Fenârfnin Risale fîebeveyi’n-nebısi, Kemalpaşazâ-de’nin Risale iî hakkı ebeveyi’n-nebT-si ve Muhammed b. Ömer el-Bâlî’nin Sü-bülü’s-selâm fî hükmi âbâ’i seyyidi’î-enâm’ı bunlar arasında sayılabilir. Onun isimlerine dair İbn Fâris Esmâ’ü Resûlil-lâh ve me’ânîhâ, İbn Dihye el-Kelbîei-Müstevfâ fî esmâ’i’l-Muştafâ, Takıyyüd-din Abdurrahman b. Abdülmuhsin el-Vâ-sıtî Esmâ’ü’n-nebî, Muhammed b. Kasım et-Tilimsânî Tezkiretü’l-muhibbîn fî esmd’i seyyidi’l-mürselîn, Süyûtî el-Behcetü’s-seniyye fi’î-esmâ’i’n-nebe-viyye ve er-Riyâzü’î-enîka fî şerhi es-mâ’i hayri’l-halîka, Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî Ahsenü’î-vesâ’il fî nazmi es-mâ’i’n-nebiyyi’l-kâmil ve Ahmed Şere-bâsî, Mcfa esmâ’i’l-Muştafâ adlı eserleri kaleme almışlardır. Hz. Peygamber hakkındaki literatürün önemli bir kısmını mevlidler oluşturmaktadır. Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbn Dihye el-Kelbî, Muhammed b. Mes’ûd el-Kâzerûnî, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, İbnü’l-Cezerî, Şemseddin es-Sehâvî, Süyûtî, İbnü’d-Deyba’, İbn Ha-cer el-Heytemî, Ali el-Kârî, Ca’fer b. Hasan el-Berzencî, M. Reşîd Rızâ gibi birçok müellif bu konuda eser yazmıştır.[811]
Siyer ve megâzî kitapları bu literatür içinde ayrı bir öneme sahiptir. İbn İshak’ın Sîretü İbn İshâk’ı ile İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’sı ve Vâkıdî’nin Ki-tâbü’l-HeğÛzîsı, İbn Hibbân, İbn Fâris, İbn Hazm, İbn Abdülber en-Nemerî, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kelâî, Nevevî, Abdülmü’min b. Halef ed-Dimyâtî, İbn Seyyi-dünnâs, Ali b. Muhammed el-Hâzin, Mo-ğultayb. Kılıç, İzzeddin İbn Cemâa, Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, İbn Habîb el-Halebîve Nû-reddin el-Halebî’nin siyere dair eserleri günümüze ulaşan en meşhur kitaplardır. Bilhassa Makrîzî’nin İmtâ’u’l-esmâ^, Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî’nİn el-Mevâhibü’l-ledünniyye’si. Şemseddin eş-Şâmî’nin Sübüiü’1-hüdâ ve’r-reşâd’\ ve Kasta!lânî’nin eseri üzerine Zürkânî’-nin yaptığı şerh geniş muhtevalı çalışmalardır. İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Resûl-i Ekrem’in uygulamalarından çıkarılan hükümlere yer veren Zâdü ‘1-me’âd fî hed-yi hayri’l’ibâd’\ da burada zikredilmelidir. Manzum siyer müelliflerinden Zey-nüddin el-lrâkî ed-Dürerü’s-seniyye ü (nazmi)’s-siyeri’z-zekiyye’de Hz. Peygamber’in hayatını ve şemailini 1000 beyitte, İbnü’l-Cezerî, Zâtü’ş-şifâ iîsîre-ti’n-nebiyyi’1-Muştafâ’sında Hulefâ-yi Râşidîn ile birlikte beyitte anlatmaktadır.
Siyer ve megâzî konusunda çok sayıda araştırma eseri arasında Ahmed b. Zeynî Dahlân’ın es-Sîretü’n-nebeviyye ve’î-âşârü’I’Muhammediyye [812] Hudarî’nin Nûrü’l-yakin fî sîreti seyyi-di’I-mürselîn [813] Muhammed Hüseyin Heykel’in Hayâtü Mu-ftammed MahmûdŞîtHat-tâb’m er-Resulü’1-kö’id [814] Muhammed İzzet Derveze’nin Sîretü’r-Resûî: Şuver muktebese mine’1-Kur-âni’l-Kerim [815] Mustafa es-Sibâî’nin es-Sîrelü’n-nebeviyye [816] Ebü’l-Hasan Nedvî’nin es-Sîretü’n-nebeviyye [817] Safiyyürrah-mân el-Mübârekfûrî’nin er-Rahîku’î-mahtûm: Bahş fi’s-sîreti’n-nebeviyye calâ şâhibihâ efdalü’ş-şaîâti ve’s-se-îâm [818] Muhammed Sâdık İbrahim Urcûn’un Muhammed Re-sûluMh [819] Tevfîkel-Ha-kîm’in Muhammed [820] Hâşim Ma’rûf el-Hasenfnin Sîretü’I-Muştafâ: Nazracedîde [821] Ekrem Ziya el-Ömerî’nin es-Sîretü’n-nebeviy-yetü’ş-şahîha [822] Mehdî Rızkullah Ahmed’in es-Sîretü’n-nebeviyye fî dav’i’l-meşâdiri’l-aşliyye [823] Muhammed Hâdîel-Emînî’nin Mevsûcatü’n-nebiyyi’l-aczam [824] adlı eserleri sayılabilir. Muhammed Ferec el-‘Abkariyyetü’l-‘askeriyye fî ğazavâti’r-Resûî’ünde [825] Muhammed Ahmed Bâşümey\Mevsûcatü’l-ğazavâü’l-küb-rd’sında [826] Muhammed Cemâleddin Mahfuz Gazavâtü’r-Re-sûi’ünde [827] ve Muhammed Muhsin el-Fakih el-Mevsû’atü’1-kübrâ fî ğozavâti’n-nebiyyİ’3-ac’zom’ınd V, baskı yeri yok, gazve ve seriyyelere dair rivayetleri bir araya getirmişlerdir.
Bazı ensâb ve tabakat kitaplarında da Resûl-i Ekrem’e dair bilgilere yer verilir. İbn Sa’d’ın et-Tabakât’mm ilk iki cildi, Be-lâzürî’nin Ensâbü’l-eşrâf inin ilk cildi Hz. Peygamber’e ayrılmıştır. Öte yandan sahabe tabakatma dair eserlerde de kendisinden bahsedilmektedir. İbn Abdülber en-Nemerî’nineis£i’:âb’ı. İzzeddin İb-nü’1-Esîr’in Üsdü’î-ğâbe’su İbn Hacerel-Askalânî’nin eî-İşâbe’si bunların başında gelir. Umumi tarihlerden Ya’kübî, Muhammed b. Cerîr et-Taberî, AH b. Hüseyin el-Mes’ûdî, Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, İbnü’1-Esîr, Ebü’I-Fidâ. İbn Kesîr, Zehebî ve Dîyarbekrî’nin eserlerinde de Resûl-i Ekrem’i anlatan bölümler vardır.
Delâ’ilü’n-nübüvve türü eserler içinde Ebû Nuaym el-İsfahânî ve Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki’nİn Delâ’üü’n-nübüv-ve’leri en meşhur olanlardır. Ali b. Rab-ben et-Taberî’nin ed-Dîn ve’d-devle fî işbâti nübüvveti’n-nebî Muhammed, !mâm-ı Rabbânî’nin İsbâtü’n-nübüvve ve Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî’nin el-Bur-hânü’I-müsedded fî işbâti nübüvveti seyyidinâ Muhammed [828] adlı eserleri de bu gruba girer. Mu-hammed Beyyûmî Mehrân şemail, delâil ve hasâise dair bilgileri es-Sîretü’n-ne-beviyyetü’ş-şerîfe: Fi’î-kazâyû ve’ş-şe-mâ’il ve deltfili’n-nübüvve ve’1-haşâ^iş isimli kitabında toplamıştır (). Hz. Peygamber’in mucizeleri hakkında birçok eser kaleme alınmıştır. Bâ-kıllânî’nin e7-Beydn’ı, CaTer b. Muhammed el-Firyâbî, Ebû Nuaym el-İsfahânî ve Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki’nin Delâ’i-lü’n-nübüwe’\er\, İbn Dihyeel-Kelbî’nin el-İbtihâc fî ehâdîşi’l-mi’râc’ı, Muhyid-din İbnü’I- Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in dualarıyla ilgili bölümler bulunduğu gibi müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Ne-sâî, İbnü’s-Sünnîve Süyûtî’nin cAmeîü’l-yevm ve’J-JeyJe’leri, Ahmed b. Hüseyin el-Beyhaki’nin ed-Dacavâtü’l-kebîr”\ ve Nevevî’nin el-Ezkâr’\ bunların başında gelmektedir. Resûlulfah’a salâtü selâm getirmeye dair eserler arasında İsmail b. İshak el-Cehdamî’nin Kitâbü Fazli’ş-şa-lâti cale’n-nebîs\, Muhammed b. Saîd el-Bûsîrî’nin el-Kaşîdetü’3-mudariyye fi’ş-şalâti ‘alâ hayri’l-beriyye’sı, İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Cilâ’ü’l-efhâm fî fazli’ş-şalâti ve’s-şelâm calâ hayri’l-enâm’u Fîrûzâbâdî’nineş-ŞiJdrü ve’J-büşer fi’ş-şalâticalâhayri’l-beşer’i, Muhammed b. Süleyman el-Cezülî’nin De-lâ3iîü’l-hayrât’ı, Şemseddin es-Sehâvî’-nin el-Kavlü’l-bedf fi’ş-şalâti ‘aJe’l-ha-bîbi’ş-şeffi, İbn Hacer el-Heytemî’nin ed-Dürrü’1-mendûd fi’ş-şalât ve’s-se-îâm taîâ sahibi1-makâmi’î-mahmûd’u ve Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî’nin Sa’â-detü’d-dâreyn fi’ş-şalâti caîâ seyyidi’l-kevneyn’ı zikredilebilir.
Resûl-i Ekrem’in methini konu edinen birçok manzum eser bulunmaktadır. Kâ’b b. Züheyr’in Kaşîdetü’l-bürde’sl, Bûsî-rfnin aynı adla anılan kasidesiyle ei-Kaşî-detü’l-hemziyye’s\, Alemüddin es-Sehâ-vî’nin ei-Kaşd’idü’n-nebeviyye’si. İbn Câbir’in el-Hulletü’s-siyerâ fî medhi hayn’l-verâ\ Kalkaşendfnin Kaside fî medhi”n-nebfsi, Süyûtî’nin Nazmü’l-bedf fî medhi hayri şeff’ı, Abdülganî b. İsmail en-Nablusî’nin eî-Bedfiyyetü’l-müzehyye bi’l-‘uküdi’l-Cevheriyye ve şerhi Nefehâtü’l-ezhâr calâ nesemâti’l-eshâr fî medhi’n-nebiyyi’l’muhtâr’ı bunlar arasında sayılabilir. İbn Seyyidün-nâs. Büşra’l-lebîb bi-zikra’1-habîb adlı eserinde Hz. Peygamber için yazılan bazı kasidelerle bunların şerhlerini bir araya getirmiştir. Aynı amaçla Yûsuf b. İsmail en-Nebhânî de el-Mecmû’âtü’n-Nebhâ-niyye fi’!-medâ*ihi’n-nebeviyye’y\ telif etmiştir. Hz. Peygamber’in son dönem Arap şiirindeki yeri Hilmî Muhammed el-Kâûd’un Muhammed (s.a.) fi’ş-şfri’l-hadîş adlı eserinde ele alınmıştır.[829]
Hz. Peygamber’i örnek insan olarak takdim eden eserler arasında İbnü’l-Molla diye bilinen Ömer b. Muhammed b. Hıdır el-ErbîrTnin Vesîletü’l-müte’abbi-dîn ilâ mütâbtfati seyyidi’l-mürselîn’i, Süyûtfnin Miftâhu’l-cenne fi’î-ictişâm bi’s-sünne’si, Muhammed Hayât b. İbrahim es-Sindî’nin Tuhfetü’1-enâm fi’i-‘ameli bi-hadîşi’n-nebî ‘aleyhi’s-se-lâm’ı, Füllânî’nin îközu himemi üli’l-eb-şâr li’1-iktidâ’i bi-seyyidi’1-muhâcirîn ve’J-enşdr’ı, Muhammed Takî el-Müder-ris’inMuhammed Resûlullâh: Kudve ve iisve’si zikredilebilir.
Resûl-i Ekrem’in kabrini ziyaret konusunda yazılan bazı eserler şunlardır: Ta-kıyyüddin es-Sübkî, Şifâ’ü’l-eskâm îîziyareti hayri’1-enâm, Takıyyüddin el-Fâ-Sî, er-Rızâ ve’l-kabûî fî fezâ’iii’1-Medî-ne ve ziyareti’r-Resûl, Abdullah b. Ah-med b. Ali el-Fâkihî el-Mekkî, Hüsnü’t-te-vessü! fî âdâbi ziyareti efdali’r-rusüî, İbn Hacer el-Heytemî, el-Cevherü’1-mu-nazzam fî ziyâreti’l-kabri’l-mucazza-mi’1-mükerrem ve Tuhfetü’z-züvvâr ilâ kabri’n-nebiyyi’l-muhtâr, Ali el-Kârî, ed-Dürretü’l-mudî’e fİ’z-ziyâreti’î-Muşta-faviyye.
Hz. Peygamber’in içinden çıktığı toplum hakkında bilgi veren Mekke, Medine ve Arabistan tarihine dair eserler de bu hususta önem taşımaktadır. Bunlar arasında Ebü’l-Velîd el-Ezraki, Muhammed b. İshak el-Fâkihî, Takıyyüddin el-Fâsî, Necmeddin İbn Fehd ve Kutbüddin en-Nehrevâlî’nin Mekke tarihleriyle Corcî Zeydân’ın Türkçe. Eski Türk edebiyatında Hz. Peygamber’Ie ilgili birçok eser telif edilmiştir. Divan edebiyatında hemen her şair Resûl-i Ekrem’i öven bir na’t kaleme almıştır. Ayrıca mi’racnâme, esmâ-i nebî, muamma, mevlid, hicretnâme, siyer ve şemail türü eserler de yazılmıştır.
Son dönemde Hz. Peygamber’in hayatı ve çeşitli yönleriyle ilgili birçok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında Hüseyin Al-gül, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm [830] Mehmet Apaydın, Resulullah (s.a.a)’in Günlüğü: Medine Dönemi Yeni Kronolojisi [831] Celal Yeniçeri, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat: Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi (İstanbul 2000); İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı [832] Kasım Şulul, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi [833] Kâzım Dönmez, O’nun Günleri: Hz. Muhammed’in (s.a.a) Hayat Kronolojisi.[834]
Resûl-i Ekrem’in hayatına dair kaynak ve araştırmalardan Türkçe’ye tercüme edilenler arasında şunlar zikredilebilir: Mevlânâ Muhammed Ali, Peygamberimiz (a.s.) [835] Leone Caetani, İslâm Tarihi [836] Süleyman Nedvî-Mevlânâ Şiblî, İslâm Tarihi: Asr-ı Saadet [837] Muhammed Hüseyin Heykel, Hz. Muhammed Mustafa [838] Kâdî İyâz, Açıklamalı Şifâ-i Şerif Tercümesi [839] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi [840] Kastallânî, eî-Mevâhibü’l-Ledünniyye: Gönül Nimetleri [841] Seyyid Süleyman Nedvî, Hz. Muhammed (a.s.) Hakkında Konferanslar [842] Ahmed Zeynî Dahlân, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Büyük Savaşları [843] Muhammed Hamîdullah, Rasû-lullah Muhammed [844] Mustafa Sibâî, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Hayatı: İbretler- Öğütler [845] Abbas Mahmud Akkad, Hz. Muhammed’in Eşsiz Deha ve Şahsiyeti [846] Saîd Havva, Allah Resulü Hz. Muhammed [847] M. Yûsuf Kandehlevî, Hadislerle Hz. Peygamber ve Ashabının Yaşadığı Müslümanlık [848] Ebül-A’lâ Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı [849] Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre: Peygamberimizin Uygulamasıyla İslâm [850] Martin Lings, Hz. Muhammed’in Hayatı: İlk Kaynaklara Göre [851] İbn Hişâm, Sîret-i İbn Hişam Tercümesi: İslâm Tarihi [852] Wil-liam Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de [853] a.mlf.,Hz. Muhammed’in Mekkesi, Kuran’da Tarih [854] Muhammed el-Gazzâlî, Fıkhu’s-Sî-re [855] Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi: Hz. Muhammed (s.a.u.) [856] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’1-Meâd [857] Ali Şeriati, Muhammed Kimdir [858] Ekrem Ziya el-Ömerî, Medine Toplumu [859] Muhammed İzzet Derve-ze. Kuran’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı [860] Saîd Havva, Hadislerle İslâm Tarihi [861] Ebü’l-Hasan Nedvî, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed [862] Muhammed Ebû Zehre, Son Peygamber Hz. Muhammed [863] İmâdüd-din Halîl, Muhammed Aleyhisseîâm: Siyer Araştırmaları [864] Muhammed b. Salih ed-Dimaşki (Şâmî), Peygamber Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Külliyâtı [865] İbn Hazm, Ce-vâmiu’s-sîre: Siyerin Özü .[866]
Hz. Muhammed’in peygamberlikten önceki hayatı ve Mekke döneminde gerçekleşen bazı olaylarla ilgili çalışmalardan bir kısmı şunlardır: Ali Rıza Sağman, İslâm Tarihinde Rahip Bahîrâ Meselesi [867] M. Rahmi, Âlemlere Rahmet: Hz. Muhammed’in Çocukluğu [868] Ali Murat Daryal, İslâm’ın Doğuşu ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan Tahlili [869] Levent Öztürk, Etiyopya’da İslâmiyet I: Asr-ı Saadet’te Habeşistan’la Münasebetler [870] Mehmet Altın-dere, Hz. Muhammed’in Akabe Beyatları [871] Kasım Şulul, Hz. Peygamber Devrinde Habeşistan’la Münasebetler [872] Gülgûn Uyar, Hz. Muhammed’in Risalet Öncesi Hayatına Dair Bazı Rivayet Farklarının Tespiti [873] Metin Özdemir, Miraç [874] Erol Bodur, Dörü’1-Erkam.[875]
Hicrete dair eserlerden bazıları şöylece sıralanabilir: İbrahim Canan, Tebliğ, Terbiye ve Siyasi Taktik Açılarından Hicreti HasanAsyalıoğlu, Hicret [876] Hüseyin Algül, Peygamberimizin Hicreti [877] İsmail Lütfı Çakan, Olay ve Ölçü Olarak Hicret [878] Mahmut Topuz, İlâhî Dinlerde Hicret [879] Abdülkadir Demir, Kavram ve Hadise Olarak Kur’an’da Hicret [880] Adnan Demircan, Nebevî Direniş Hicret.[881]
Hz. Peygamber’in gazve ve seriyyelerini konu alan çalışmalar arasında şunlar zikredilebilir: Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları [882] Mahmut Sami Ramaza-noğlu, Bedir, Uhud, Tebük Gazveleri ve Enfal Sûresi Tefsin [883] Mahmûd Şît Hattâb, Peygamber Ordusunun Tarihi [884] ve Komutan Peygamber [885] Abdülhamîd Cûde es-Sahhâr, Te-bük Savaşı: Gazvetü Tebük [886] Seyyid Kutub, Bedir ve Uhud Savaşı [887] Muhammed Ali Kutub, Peygamberimizin (s.a.v.) Seriyyeleri [888] Bilgi Can-polat, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in Savaşları [889] Mustafa Âğırman, Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi [890] Yusuf Papatya, İslâm’ın İlk Döneminde Savaş ile İlgili Uygulamalar [891] Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeieri Eişad Mahmudov. Sebep ve Sonuçlan Açısından Hz. Peygamber’in Gazve ve Seriyyeleri.[892]
Resûl-i Ekrem’in devlet idaresi ve diplomatik faaliyetleri konusundaki telif ve tercümeler arasında şunlar kaydedilebilir: William Montgomery Watt, Hz. Mu-hammed Peygamber ve Devlet Kurucu [893] Abi-din Sönmez, RasûluHah’m Diplomatik Münasebetleri ve Sulh Muahedeleri [894] Muhammed Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu [895] Muhammed Abdül-hay el-Kettânî, et-Terâtîbü’1-idâriyye: Hz. Peygamber’in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar [896] Cengiz Kallek,Haz-reti Peygamber Döneminde Devlet ve Piyasa [897] Asr-ı Saadette Yönetim- Piyasa İlişkisi [898] Mehmet Birsin, İslâm Hukuku Açısından Medine Site Devletinde Yönetim Biçimi [899] Muhammed Hamîdullah, eî-Vesâiku’s-siyâsiyye Hz, Peygamber Döneminin Siyasî-İdarî Belgeleri.[900]
Hz. Peygamber’in müslüman olmayan kesimlerle ilişkileri konusundaki çalışmalardan bir kısmı şunlardır: Mustafa Fayda, İslâmiyet’in Güney Arabistan’a Ya-yıüşi [901] İhsan Süreyya Sırma, Hz. Peygamber Devrinde Yahudi Meselesi [902] Nadir Özkuyum-cu, Hz. Peygamber Devrinde Yahudilere Karşı Güdülen Siyaset [903]Mehmet Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebetleri [904] H.Ahmet Sezikli, Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri Sıddık Ünalan, Hz. Muhammed Döneminde İslâm-Hıristiyan Diyalogu İsmail Hakkı Atçeken, Hz. Peygamber’in Yahudilerle Münasebetleri [905] Adnan Demircan, Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar [906] Osman Güner, Resûlullah’m Ehl-i Kitabla Münasebetleri [907] Mustafa Baş, İslâm ‘m Doğuş Döneminde Hicaz Bölgesinde Yahudilik
ve Hıristiyanlık [908] Nihat Ha-tipoğlu, Peygamberimiz Döneminde Müşrik ve Münafık Liderler [909] Abdullah Yıldız. Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münafıklar [910] Ahmet Bostancı, Kamu Hukuku Açısından Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri Murat Ağarı, Hz. Muhammed’in Hıris-tiyanîarla Mücadele Stratejisi [911]Resûl-i Ekrem’in tebliğ ve terbiye metodu konusundaki çalışmalardan bazıları şöylece sıralanabilir: Ahmet Önkal, Rasu-lullah’m İslâm’a DavetMetodu İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye [912] ve Resulullah’a Göre Ailede ve Okulda Çocuk Terbiyesi [913] Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed [914] Selçuk Coşkun, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Yetişkinlerin Eğitimi [915] İbrahim Kâfi Dönmez, Hz. Peygamber’in Tebliğine Hakim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri [916] Şakir Gözütok, Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine Dönemindeki Hadislerinde Uyguladığı Eğitim Metodiarı-Buhari ve Müslim Örneği [917] Selçuk Coşkun, Bir Eğitimci Olarak Hz. Peygamber’in İnsan Anlayışı [918] Recep Kılıç Mustafa Çağrıcı – Abdülhamit Birışık, Hz. Peygamber’in Hayatından Davranış Modelleri.[919]
Hz. Peygamber’in aile hayatına dair eserler arasında şunlar sayılabilir: Sâdık Vicdanî, Hz. Muhammed Niçin Çok Evlendi? [920] Daniş Remzi Korok, Hazreti Muhammed Niçin Çok Evlendi [921] Fuat Süreyya Oral.Hz. Muhammed Niçin Çok Evlendi Sebep ve Hikmetleri [922] Mevlânâ Muhammed Ali, Hz. Muhammed’in Evlendiği Kadınlar ve Temiz Ahlâkı [923] M. MahmûdSavvâf, Resûlullah’m Pak Zevceleri [924] Aişe Abdurrahman, Peygamberimizin Mübarek Zevceleri [925] ve Re-sulullah (s.a.u.) Efendimizin Kızları ve Torunları; Hz. Peygamberimiz Niçin Çok Evlendi.[926]
M. Ali Sâbûnî, Peygamberimiz Niçin Çok Evlendi [927] Abdullah Nasıh Ulvan, İslâm’da Dört Evlilik ve Rasulullah’m Çok Evlenmesindeki Hikmetler [928] İsmail Mutlu. Peygamber Hanımları [929] Abdullah Öztürk, Peygamberimizin Sünnetinde Evlilik [930] Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Eşleri ve Aile Hayatı [931] Eş Olarak Hz. Muhammed: Kutlu Doğum Tutanakları 2 [932] Huriye Martı, Rasulullah’m (s.a.ü.) Hanımları Konu Alan Hadîs-i Şeriflerinin Değerlendirilmesi [933] İbrahim Canan, Aile Reisi ve Baba OlarakHz. Peygamöer [934] Adem Saraç, Peygamberimizin Hanımları: Müminlerin Anneleri [935] Sadrettin Gümüş,Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Aile Hayatı [936] Hz. Peygamber ve Aile Hayatı .[937]
Resûlullah”m ahlâk ve şemailine dair çalışmaların başlıcaları şunlardır: Daniş Remzi Korok, Hazreti Muhammed’in Şemaili ve Yaşayış Tarzları [938] A. Şükrü Kılıç, Ahîâk Önderi [939] Sabri Cemil Yalkut, Hazreti Muhammed ve Şemâil-i Şerifleri [940] Abdurrahman Azzâm, Büyükler Büyüğü Resûl-i Ekrem’in örnek Ahlâkı ve Kahramanlığı [941] Şaban Ay-kın, Nûr-ı Muhammediyye ve Şemâil-i Şerif [942] H. Abdülhalim Akkul, Şemâil-i Şerife [943] Tirmizî, Şemâil~i Şerife, Resulullah (s.a.u.)’in Yaşayışı, Tavır ve Hareketle . Mevlânâ Hasan Hüsâmeddin Nakşibendî, [944] Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Şemâi-lü’r-Resul: Hz. Peygamberin Şemaili ve Hususiyetleri [945] Habil Şentürk, Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in İbadet Ha-yatı [946] İbrahim Bayraktar, Hz. Peygamber’in Şemaili [947] Mehmet Zahit Kotku, Peygamber Efendimiz (s.a.u.) Hazretlerinin Şemail, Ahlâk ve İtiyatları [948] Ebü’ş-Şeyh el-İsfahânî, Hz. Peygamber’in Edep ve Ahlâkı [949] Ali Yardım. Peygamberimiz ‘in Şemaili [950] İshak Halis, Peygamberlik İçin Gerekli Sıfatlar Açısmdan Hz. Peygamber’in Fetaneti [951] Sehilan Biler, Psikoloji Açısından Hz. Peygamber’in Şahsiyeti [952] H. Musa Bağcı, Hz. Peygamber’in Beşerî Yönü [953] Muhittin Akgül, Kur’an’da Hz. Muhammed’in Özellikleri.[954]
Tibb-ı nebevi alanında yapılan çalışmalardan bazıları şöylece sıralanabilir: Mahmut Denizkuşları, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadislerde Tıp [955] Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevi Ansiklopedisi [956] İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Tıp [957] Ebû Nuaym el-İsfahânî, Tıbb-ı Ne-bevî [958] Ömer Dönmez, Resulullah’m Hasta Tedavileri ve Şifa Hazineleri. Hz. Peygamber’in mucizelerine dair çalışmalardan bir kısmı şunlardır: Velîd el-A’zamî, Hz. Muhammed’in Mucizeleri [959] Ali Rıza Karabulut, Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed Aleyhisselam’m Mucizeleri [960] Namık Yazıcı, Peygamberimizin Mucizeleri [961] Halil İbrahim Acıpayamlı, Peygamberimizin Hayatı ve Mucizeleri [962] İbrahim Bayraktar, Hz. Peygamber’in Mucizeleri: Delâilü’n-Nübüvve [963] Süleyman Mollaibrahi-moglu, Miraç Gerçeği [964] Süyûtî, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri [965] Metin Özdemir, Miraç [966] İsmail Mutlu, Peygamberimizin Mucizeleri [967] Yavuz Ünal v.dğr.. Dinlerde Yükseliş Motifleri ve İslâmda Miraç [968] Erdinç Ahatlı, Muhaddislere Göre Peygamberlik Delilleri: Delâilü’n-Nübüvve [969] Halil İbrahim Bulut, Nübüvveti İspat Açısından Hissi Mucizeler.[970]
Şarkiyatçıların Resûl-i Ekrem hakkındaki iddialarına cevap vermek amacıyla telif edilen eserler arasında şunlar zikredilebilir: Manastırlı İsmail Hakkı, Hak ve Hakikat [971] Ahmet Hamdı Akseki, Hâtemü’l-Enbiyâ Hakkında En
Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi [972] İsmail Fenni. Kitâb-ı İzâle-i Şükûk Mustafa Âsim Koksal, Müsteşrik Caetani’nin Yazdığı İslâm Tarihi’ndeki İsnad ve İftiralara Reddiye Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar Ali Osman Ateş, Oryantalistlerin Hz. Peygamber ile İlgili İddialarına Cevaplar [973] Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevapiar.[974]
Hz. Peygamber’in kutsal kitaplardaki yerine dair şu eserler yazılmıştır: Ömer Fevzi Mardin, Hz. Muhammed Efendimizin Nebî Olarak Geleceği Hakkında Evvelki Mukaddes Kitapların Teb-şiratı A. H. Deedat Eski ve Yeni Ahid’de Hz. Muhammed [975] Mehmet Kemal Pilavoğlu. Musa (a.s.) Muhammed (a.s.) Müjdeliyor [976] Abdülahad Dâvûd, Tevrat ve İncil’e Göre Hz. Muhammed (a.s.) [977] A. H. Vidyarthi – U. Ali, Doğu Kutsal Metinlerinde Hz. Muhammed.[978]
1980’li yıllardan sonra ilahiyat fakültelerinde Resûl-i Ekrem’le ilgili akademik çalışmaların bu konudaki literatüre dikkate değer bir zenginlik kattığı görülmektedir. Çeşitli üniversitelere bağlı yirmi civarındaki ilahiyat fakültesinin dergileri yanında 1989 yılından itibaren Türkiye Diyanet Vakfı’nin öncülüğünde gerçekleştirilen Kutlu Doğum Haftası’ndaki bilimsel toplantılarda sunulan tebliğleri ihtiva eden kitaplarla İslâm Medeniyeti Dergisi, İslâmî Araştırmalar, Diyanet Dergisi, Diyanet İlmî Dergi, Nesil, İslâmi-yât ve Marife gibi dergilerde Hz. Peygamber hakkında çok sayıda makale yer almaktadır.[979]
Farsça. Hz. Peygamber hakkında Arapça yazılmış birçok temel kaynak daha ilk asırlardan itibaren Farsça’ya çevrilmiştir. Klasik eserlerden Taberî’nin Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk’ü. İzzeddin İbnü’l-Esîr’İn el-Kâmil”\ gibi umumi tarihlerle İbn Hişâm’ın es-Sîretü’n-nebeviyye’si, Vâkıdî’nin eİ-Megözfsi, İbn Sa’d’ın et-Tabakâtü’î-kübrâ’sı, Tirmizî’nin Şemd’i-îü’n-nebfsi, Kâdî İyâz’m eş-ŞiM’ı, Taber-sî’nin Mekârimü’l-ahlâk’ı, İbn Seyyidün-nâs’ın’l/yûnü’i-eser’i.Saîdüddin Muhammed b. Mes’ûd el-Kâzerûnî’nin el-Münteka mîn sîreti’l-mevlidi’n-nebiy-yi’l-Muştafâ’sı gibi eserler Farsça’ya tercüme edilmiştir [980] Farsça telif edilen Gerdîzî’nin Zey-nü’l-ahbâr’ı, Minhâc-i Sirâc el-Cûzcânî’-nin Tabakat-ı Nâşırîsl Beyzâvî’nin Ni-zâmü’t-tevârîh’l Reşîdüddin Fazlullah-ı Hemedânî’nin CâmFu’t-tevârîh’i, Benâ-kitî’nin Ravzatü üli’l-elbâb’\. Hamdullah el-Müstevfî’nin Târîh-iGüzîde’sl Hâ-fız-ı Ebrû’nun Mecma’u’t-tevârîh’i, Şük-rullah’ın Behcetü’t-tevârîh’ı, Mîrhând’ın Ravzatü’ş-şafâ’sı, Gıyâseddin Hândmîr’in Habîbü’s-siyer ve Hulâşatü’l-ahbâr’ı, Mîr Yahya Kazvînî’nin Lübbü’t-tevârîh”\ gibi umumi tarihlerde de Hz. Peygam-ber’den bahsedilmektedir.
Doğrudan Resûl-i Ekrem hakkında olan birçok eserin belli başlıları şunlardır: Ömer b. Sadrüşşerîa el-Ewel el-Mahbû-bî, Me’âşirü’l-ikbâl; müellifi belli olmayan Hümâyûnnâme,- Fîrûzâbâdî, Sifrü’s-sa’âde; Abdülazîz Muhyî el-Hisârî, Siye-rü’n-nebî/EmîrAsîtüddinHüseynî-iŞîrâ-zî, el-Müctebâ fî sîreti’l-Muştafâ; Pîr Cemâl Erdistânî, Beyân-ı Hakâyık-ı Ah-vâî-i Seyyidü’l-mürselîn; Nûreddin Mu-hammed-i Kâzerûnî, Mevlûd-i Hairet-i Risâlet-penâh-ı Muhammedi; Abdur-rahman-ı Câmî, Şevâhidü’n-nübüvve; Muîn e\-Miskm, Me’âricü’n-nübüvve; Cemâl Hüseynî-i Şîrâzî, Ravzatü’l-ahbâb fî siyeri’n-nebî ve’l-âl ve’î-aşhâb, Ah-medb. Tâceddin Hasan-ı Esterâbâdî, Âşâr-ı Ahmedî; Nizâm-ı Muammayı, Şahadetname,- Hayretî, Şâhnâme-i Hayreti-, Abdülevvel Zeydpûrî, Siyer-i Nebevî; Sarfî-i Keşmîrî, Meğözi’n-nebî; Hâce Muhammed b. Dihdâr Fâ-nî-i Şîrâzî, MeWûdndme,-Abdülhakb. Seyfeddin ed-Dihlevî, Medâricü’n-nübüv-ve; Mîr Muhammed Salih Keşfî, İıcâz-ı Muştafavî; Mesîh Kayrânevî Pânîpetî, Peyğâmbernâme; Mirza Muhammed Refı’ Bâzil[981] Hamle-i Haydarı; Muhammed Bâ-kır-ı Meclisi, Hayötü’l-kulûb; Abdüla-had-ı Sirhindî, Hazâyin-i Nübüvvet, Molla Alî-İ Fürûşânî, Câm-ı Gîtî-nümâ; Sa-bâ-yı Kâşânî, Hudâvendnâme; Mahmûd Mirza Kaçar, Müntehab-ı Mahmûd; Ab-dürrahîm Safîpûrî, Nûrü’1-îmân; Bismil-i Şîrâzî, Bahrü’l-leiâlî; Râcî, Manzûme-i Hakâyık; Molla Muhammed Şerîf-i Buhârî, Ravzatü’t-tevârîh; Sürûş-i İsfahâ-nî, Ordîbihiştnâme,- İhsânullah Leknevî, Ahsenü’l-kaşaş; Sâgar-ı İsfahanı, Mu-zaffernâme,- Muhammed Hüseyn-i Gür-gânî-i Rabbânî, Makşadü’t-tâlib. XX. yüzyılda Hz. Muhammed’le ilgili kaleme alınan bazı eserler şunlardır: Seyyid Hüseyin Sadr-ı Şîrâzî, Peyâmber-i İslâm Zeynelâbidîn Rehnümâ, Pegamber [982] Abbas Kadyâ-nî, Hazret-i Muhammed Muhammed İbrahim Ayetî, Târîh-i Peyâmber-i İslâm [983] Muhammed Rizâeddin Perver, Âhirîn-i Pyâm ber Âhirîn-i Peyâmber [984] Esedullah Afşar, Şest u Sâl bâ Peyâmber-i Cevâdî Âmülî, Sîre-i Peyâmber Hüseyin Hüseynî, Peyâmber-i Vahdet; Ahmed Abîdî, Peyâmber der Hâne [985] Ali Ma’sûmî, Seferhâ-yı Muhammed Fahreddİn Hicâzî, Pejûheşî der Bâre Peyâmber e Kur’ân [986] Ebü’l-Hasan Hüseyn-i Edyânî, Pejûheşî der Târîh-i Peyâmber-i İslâm.[987]
Batı Dilleri.
Müslüman müellifler tarafından Hz. Peygamber hakkında yazılan eserlerden bazıları şöylece sıralanabilir: Syed Ameer Ali, A Critical Exami-nation of the Life and Teaching of Mu-hammad Abu al-Fazl Mirza. The Life of Muhammad [988] Abd al-Rahim Maulavvi Dard, Leven en Leeringen van Muhammad [989]Essad Bey, Mohammed: Eine Biographie [990] Sirdar İkbal Ali Shah, Mohamed the Prophet [991] Muhammad Hamidullah, Corpus des documents sur la dipîomatie musulmane â l’epoque du prophete et des khalifes orthodoxes [992] a.mlf., The Battlefields of the Prophet Muhammad Le Prophete de l’Islam: sa Vie et son Oeuvre [993] veThe Prophet’s Establishing a State and His Succession Abd al-Karim Maulavvi, The Prophet of İslam and His Teachings [994] Ali Alsafi, Muhammed als Sozialreformer [995] F. R. Hajj Hakim, The Life of Muhammad [996] Khurshid Ahmad (ed,), The Prophet of İslam [997] Khalifa Abdul Hakim, The Prophet and His Message [998] Parveen Shaukat Ali, The Prophet as the World’s Great Lawgiver [999] Syed Shahid Husain, Misconcep-tion about Prophet Mohammad [1000] Mustafa K. Khattak, islam, The Holy Prophet and Non-Muslim World Fida Hussain Malik, VVives of the Prophet [1001] Ziauddin Sardar, Muhammad: Aspects of His Biography Afzalur Rahman, Muhammad: Bîessing for Mankind [1002] Muhammad as a Miîitary Leader [1003] ve Encyclopaedia of Seerah Abd al-Hamid Siddiqi, The Life of Muhammad Hafız Ghuiam Sarvvar. Muhammad the Holy Prophet [1004] S. M. Madni Abbasi, Family of the Holy Prophet [1005] Murtazâ Mutahhari, Le prophete ummi [1006] Muhammad Zafrulla Khan, Muhammad: Seal of the Propfteis [1007] Seyyed Hossein Nasr, Muhammad: Man of Allah [1008] Majid Ali Khan, Muhammad the Final Messenger [1009] Ab-dul-Ahad Davvud, Muhammad in the Bible [1010] Tahia al-lsmail, The Life of Muhammad [1011] Qutubuddin Aziz, The Prophet and the Islamic State [1012] Zakaria Bashier, Sunshine at Madinah: Studies in the Life of İhe Prophet Muhammad [1013] Rafiq Zakaria, Muhammad and the Qur’a Mohammad Mahmoud Ghali, The Prophet Mohammad and the First Müslim State [1014] Zafar Ali Qureshi, Prophet Muhammad and His Western Critics [1015] Gulzar Ahmad, Muhammad and His Constitutionaî Char-ter Abdul Waheed Khan, The Personaîity ofAUah’s Last Messenger Muhammad Mustafa (s.a.) [1016] Kama! Abdel-Malek, Muham-mad in the Modern Egyptian Popular Baliad [1017] M. A. Salahi, Muhammad: Man and Prophet, a Com-pîete Study of the Life of the Prophet of islam [1018] Jabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad in the West: a Study of Muir, Margoliouth and Watt [1019] Yusuf İslam, The Life of the Last Prophet. [1020]
Bibliyografya :
İbnü’n-Nedîm. el-Fihrıst (Teceddüdj, tür.yer.; Osmanlı Müellifleri, I-HI, tür.yer.; Storey, Persİan Literatüre, l/l, s. 61 vd., 172-207; Brockel-mann, CAL, bk. İndeks; Enver Koray, Türkiye Tarih Yayınları Bibliyografyası, İstanbul 1952-87, [-1V, bk. İndeks; Muhammad Maher Hama-deh, Muhammad the Prophet: A Selected Bib-liography (doktora tezi, 1965), The üniversity of Michigan; a.e.; Merâcic rnuhtâre can hayati Resûliilâh, Riyad 1402/1982; Sezgin. GAS, bk. İndeks; Osman Öztürk – Bekir Topaloğlu. Cumhuriyet Deorinde Yayınlanan İslâmî Eserler Bibliyografyası, Ankara 1975; Selâhaddin e!-Müneccid. Mu’cem mâ üllife ‘an Resûlillâh, Beyrut 1402/1982; Agâh Sırrı Levend, Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1984, I, tür.yer.; a.mlf., “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, TDAY Belleten (1972), s. 35-80; Munawar Ahmad Anees – Alia N. Athar, Gülde to Sıra and Hadith Literatüre İn Western Languages, London – Mew York 1986; Faruk Hamâde. Meşâdirü’s-sîreU’n-nebeuiyye ue takulmühâ, Dârülbeyzâ 1410/ 1989; Abdullah Köse, Delâilü’n-Nübüuue Eserleri (yüksek lisans tezi, 1989], MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; Alim Yıldız – Tahsin Koçyiğit, ilahiyat Fakültesi Dergileri Makale ve Yazarlar Fihristi (1952-2002), Ankara 2002, tür.yer.; Adnan Demircan, Cumhuriyet Dönemi (1923-2001) İslâm Tarihi ue Medeniyeti Çalışmaları (Bir Bibliyografya Denemesi), İSAM Ktp., nr. 99788, s. 16-31, 34, 36, 37, 39, 42, 45, ayrıca bk. tür.yer,
Urduca.
Hint alt kıtasında siyer alanındaki eserler çoğunlukla Farsça, Arapça ve Urduca kaleme alınmıştır. Bengâlî. Sindî, Belûcî, Pencâbî, Peştu ve İngiliz dillerinde de çalışmalar olmakla birlikte bunlar fazla değildir.[1021] Sonraki dönemlere etkisi bakımından Ab-dülhaked-Dihlevrnin (ö. 1052/1642) Farsça Medâricü’n-nübüvve’si [1022] özellikle zikredilmelidir. Bu kitabın Urduca tercümeleri de yapılmış Hoca Abdülmecîdf, I-II, Leknev 1889; Urdu Tercüme Me-dâricü’n-nübüuue trc. Şemsülhasan Şems Birelvîj, Karaçi 1968; urdu Tercüme Medâricü’n-nübüuueve aslından daha çok yayılmıştır. Urdu dilinde yazılan ilk siyer kitabının Gîsûdırâz’ın (ö. 825/1422) eserleri arasında sayılan Risâ-îe Sîretü’n-nebî olduğu ileri sürülmektedir.[1023] X. (XVI.) yüzyılın ortalarından itibaren Urduca siyer kitaplarında bir artış görülürse de tercümeler dışında ciddi bir çalışma göze çarpmamaktadır. Ya’küb b. Hasan Sarfî-i Keşmîrî Meğâzi’n-nebî adıyla manzum bir risale, Muhammed b. Fazlul-lah Burhânpûrî et-Tuhfetü’î-mürsele ile’n-nebî isimli bir kitap kaleme almıştır. Burhânpûrî’nin eseri üzerine şerh ve haşiye çalışmaları yapılmıştır. Dekken Ur-ducasıiIe (Dekkenî) XVIII. yüzyılın sonuna kadar yazılan eserlerin sayısı oldukça azdır. Heşt Bihişt adlı manzum bir siyer kitabı bulunan Muhammed Bakır Âgâh’ın mensur Riyâzü’s-siyer’i mevcut en eski tam siyer kitabıdır. Eserin bilinen üç nüshası Haydarâbâd Dekken’deki Andra Pra-deş Central Library’de bulunmaktadır.[1024] Keramet Ali Ca-unpûrî, Tîrmizî’nin Şemâ’ilü’n-nebî’sim Envâr-ı Muhammedi adıyla Urduca’ya çevirmiştir.[1025] Seyyid Abdülgafûr tarafından telif edilen Tecelliyâtü’l-envâr’da sağlam rivayetler kullanılmış, sonunda Hule-fâ-yi Râşidîn’in hayatına da yer verilmiştir. Seyyid Emîrüddin Hüseyin Mümtâ-zü ‘t-tefâsîr adıyla bir siyer kitabı yazmıştır. Dekken Urducası ile kaleme alınan son mensur siyer kitabı, Kadı Bedrüddevle Muhammed Sıbgatullah’ın Fevâ’id-i Bedriyye’sidir.[1026]
Özellikle Dekken bölgesinde eski Dekken Urducası ile başlayan manzum siyer çalışmaları daha çok mevlidnâme (mîlâd-nâme), mi’racnâme, vefatnâme, şemâilnâme türünde hazırlanmıştır. Abdülmâ-lik Behröçî’nin, Abdüllatîf’in, Emîn Guce-râtî’nin, Rahmetullah İlâhâbâdî’nin ve Muhammed Kifayet Ali Kâffnin mevlid-nâmeleri; Seyyid Bulâki’nin, Seyyid Mîrân Hâşimî’nin, Muhammed b. Müctebâ Meh-devî’nin ve Mîr Kudretullah Kâsım’ın mi’-racnâmeleri; Abdüllatîf’in, Emîn Gucerâ-tî’nin ve Mîr Velî Feyyaz Velî’nin vefatnâ-meleri bunlar arasında sayılabilir.[1027] Mevlidnâme geleneği nesir olarak da erken dönemden günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Mevlidnâme-lerden ve diğer türlerdeki eserlerden bazıları şunlardır: Abdülcelîl, İhyâ’ü’1-ku-lûbfîmevlûdi’l-mahbûb [1028] Seyyid Eşref Şemsî, Risâletü’l-micrâc [1029] Şah S-lâmetullah Leknevî, Mevlûd-i
Mensur siyerler de XVIII. yüzyıldan sonra Kuzey Hindistan Urducası ile yaygınlık kazanmıştır. Bunlar arasında Velî Velorf-nin Ravzatü’J-enver, Muhammed Sıd-dîk Lahorî’nin Silkü’d-dürer, Muhammed Ecmel’in Sîret-i Kur’âniyye, Seyyid Ser-ver Ali’nin Sevânih-i cÖmrî Hazret-i Muhammed adlı eserleri sayılabilir. Daha sonra Batilılar’ın çalışmalarına karşı siyer kitaplarında ciddi bir artış olmuştur. İnayet Ahmed Kâkûri’nin 1275’te (1858) hapiste iken yazdığı Tevârîh-i Habîb-i İlâh önemli bir eserdir.[1030] Kâkûri’ninSeyyidü’î-ahyâr adlı bir siyer kitabı daha vardır. Modernist Seyyid Ahmed Han’ın Cilâ’ü’i-kuiûb bi-zikri’l-mahbûb’u küçük hacmine rağmen Resûl-i Ekrem’in hayatının bütün safhalarını ele almaktadır. Müellif, eserini mevlidnâmelerdeki uydurma rivayetlere bir tepki olarak yazdığını söylediği halde otuz altı yıl sonra kaleme aldığı bir yazısında eserde anlattığı olayların büyük bir kısmının zayıf ve uydurma rivayetlere dayandığını belirtmiştir.[1031] Seyyid Ahmed Han’ın, Sir VVilliam Muir’in The Life of Mahomet adlı eserini [1032] tenkit için Londra’da yazıp müsveddesinden İngilizce’ye çevirttiği [1033] Jjutabâtü’l-Ahmediyye ‘ale’l-cArab ve’s-sîretü’î-Muhammediyye yazım tarzı bakımından yeni bir tür olup on, on bir ve on ikinci bölümleri Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgilidir. Ancak müellif, Muir’i eleştirmekle birlikte onun mucizelere olan itirazına mucizeleri reddederek cevap vermiştir. etmiştir.
Bazı Hindular ve Sihler de siyer kitabı yazmış, bunların bir kısmı Resûl-i Ekrem’e karşı telif edilmiştir.[1034] Siyer yazıcılığını Resû-lullah’ın aleyhine canlandıran en önemli grup ise Batılı yazarlardır. Bunların çalışmalarından bir kısmı Urduca kaleme alınmış, bir kısmı da Urduca’ya tercüme edilmiştir. Serampûr’daki British Baptist Missionary Society’nin 1807’de bastırdığı bir risalede Hz. Peygamber’e yönelik ağır ifadeler kullanılmış, risale bölgede müslü-manlarla hıristiyanlar arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır
Bibliyografya :
W. Smith – C. Leupolt, Dîn-i Hak ki Tahkik, Allahâbâd 1866, s. 90; E. M. Wherry, The Mus-Um Controuersy, Madras 1905, s. 16-36, 88-93, 105-107; Abdü\haK Kâmûsü’l-kûtüb: ürdû, Karaçi 1961, I, 659, 691-774, 800; Seyyid Ali Şah. ürdû meynSeuânih Nigârî, Karaçi 1961, s. 244; Kâdî Şihâbüddin, ürdû meyn Mîlâdnâ-mey (doktora tezi, l964),NagpurUniversity, Hindistan; Hâmid Hasan Kâdirî, Dâstân-ı Târîh-i Ürdû, Karaçi 1966, s. 632-633; E. D. Potts. British Baptist Missionaries in India, Cambridge 1967, s. 183-184; Şeyh Mübarek Mahmûd Pâ-nîpetî. Sîret-İ Resul: ürdû Kİtâbön ki Camı’ Fihrist, Lahor 1973; Mümtaz Manglorî, Şerar key Târihî riavıl aör ün ka Tahkik aör Tenkidi Câ’ize, Lahor 1978; Seyyid Süleyman Nedvî. Yâd-ı Reftegân, Karaçi 1983, s. 203;a.mlf., Hu-tabât-i Madras, Lahor, ts. (Makbul Akadernij, s. 5-6; M. Eyyûb Kâdirî, ürdû Neşrkey irtikâ meyn ‘ütemâ* ka tjlşşa, Lahor 1988, s. 256-259; Enver Mahmûd Hâlid. ürdû Neşrmeyn Sîret-i Resul, Lahor 1989, tür.yer.; Seyyid Ahmed Han, “Cilâ’ü’HaUûb per Riviyv”, Makâlât-ı SörSeyyid fnşr. M. Ismâü Pânîpetî), Lahor 1991, VII, 31-35; Şeyh Muhammed İkram, Rûd-i Kevser, Lahor 1992, s. 501; a.mlf., Meuc-i Kevser, Lahor 1992, s. 166-178; Efser Sıddîki Amrohavî, “Ur-dıPey Kadîm aör Na’t Gû’î”, Seyyare Dâcist (Resul Nambır), Lahor 1992, II, 480-481; Sîret-i Hayrü’l-enâm (haz. Urdu Dâire-i Maârif-i İslâmi-ye, Camia Pencâb), Lahor 1424/2003, s. 771-782; Abdülhamit Birışık. Oryantalist Misyonerler ve Kur’ân: Batı Etkisinde Hint Kur’ân Araştırmaları, İstanbul 2004, s. 1Û2O 15; Şeyh İnâ-yetullah, “Resûl-i Ekrem key Sîret Nigâr”, Fıkr u fiazar, VİN, İslâmâbâd 1970, s. 887-903; XIII (1976), s. 720-734; Seyyid Abdullah, “Fenn-i Sîret Nigârî per Ek Nazar”, a.e., XIII (1976), s. 825-833; Saîdullah Kâdî, “Peştu Zübân meyn Sîret ki Kitâbeyn”, a.e., XIV (1977), s. 385-395, 606-624; Raca Reşîd Mahmûd, “Pakistan meyn Fenn-i Na=t: Târîh u îrtikâ5”, a.e. (Sîret Nambır}, XXX/l-2 (1992), s. 137-143; M. Miyân Sıddîkî, “Urdu Zübân meyn Çend Ehem Kütüb-i Sîret”, a.e., XXX/I-2 (1992), s. 266-312; Muhammed Riyâz, “Müsteşrikin ki Kütüb-i Sîret”, a.e., XXX/ 1-2(1992), s. 317-353; Mümtaz Liyâkat, “Berr-i şağir meyn Sîret Nigârî: Makamı Zübânön meyn Gayri Müslim Musannifin ki Tesânîf”, a.e.,XXX/l-2(1992), s. 355-405; Lutfurrahman FârûM, “Daktır Muhammed yamîdullah ki Çend Meşhur Kütüb-İ Sîret ka Tacâruf aor Un key Mündericât”, Ma’ârif-i İslâmî (İşâat-i Hâs be Yâd-ı Daktır Muhammed Hamîdullah), I1/2-III/1, İslâmâbâd 2003-2004, s. 117-149; Abdülcebbâr Han, “Hazret-i Muhammed (Kütüb-i Sîret-i Urdu)”, ÜDMİ, XIX, 305-306; idare v.dğr.. “Haz-ret-iMuhammed (Kütüb-i Sîret)”, a.e,,XIX, 306-309; Hafîz Tâib. “Nat (Urdu)”, a.e., XXII, 403-409.
B) Batı Dünyası.
Batı’da Hz. Muham-med hakkındaki çalışmalar başından beri çeşitli önyargılardan hareketle yapılmıştır, Bu ön yargıların kaynağı, yayılmaya başlayan İslâmiyet karşısında gittikçe güç kaybına uğrayan yahudi ve hiristiyan din adamlarıyla yöneticilerin İslâm dini ve Hz. Peygamber hakkında sarfettikieri ağır hakaretler, hatta küfür içeren sözleridir. Bu sözler yüzlerce yıl tekrarlanmış ve ha-karetâmiz bir başlık altında uzun bir literatür listesi oluşturulmuştur.[1035] Montgomery Watt, dünyada gelmiş geçmiş büyük şahsiyetler arasında hiç kimsenin Hz. Muhammed kadar kötülenmediğini belirtir.[1036] Bu açıdan Resûl-i Ekrem hakkında yazılan şeyler, tarihi yanlış anlatma ve gerçekleri saptırma örneği olarak çok ilginç bir içeriğe sahiptir. O kadar ki adı üzerinde dahi bazı kelime oyunları yapılmış, Muhammed yerine Maphomet, Mahound, Baphometve Bafum gibi olumsuz anlamlar yüklenen isimler kullanılarak kendisine kötü lakaplar takılmıştır.[1037]
Hıristiyanlar arasında Hz. Muhammed hakkında kilise babalarının sonuncusu kabul edilen Yuhanna ed-Dımaşki’nin (o. 750) kaleme aldığı De haeresibus başlıklı kitap ilk eser olarak kabul edilir. Onun Hz. Muhammed’in sahte peygamber olduğunu, Ariusçu bir rahip (Bahîra) vasıtasıyla Eski ve Yeni Ahid’i tanıdığını ve sapkın (râfızî-lıeretik) bir görüş ortaya koyduğunu, semadan kendisine bir kitap geldiği iddiasının delili bulunmadığını ileri süren görüşleri daha sonraki müellifler tarafından sürekli biçimde tekrarlanmıştır. Bizanslı Nicetas”m Refutatio Mohamme-dis’i (Refutation du Coran veya Confutatio Alcorani) ve Theophanes the Confessor’un Chronographia’sı ile şarkiyatçılar tarafından Abdülmesîh b. İshak ei-Kindî’nin kaleme aldığı iddia edilen, ancak müslü-man yazarların ona ait orijinal metin olmadığı kanaatine vardıkları bir risale bunların başlicalarıdir.[1038] İs-panya’daki yahudiler ve hıristiyanlar da Hz. Muhammed ve İslâmiyet üzerine üretilen olumsuz görüşlerin Batı’da yayılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bunlar müslümanların idaresi altında yaşadıklarından Hz. Muhammed hakkında doğru bilgilere ulaşma imkânına sahip olmalarına rağmen İslâm’a karşı hissettikleri düşmanlıktan dolayı uydurma hikâyelere, yalan ve iftiralara dayanan bir literatür ortaya koymuşlardır. Eulogius of Cördoba”nın IX. yüzyılda kaleme aldığı Liber apologeticus martyrum ve Paul Alvarus’un Indicilus Juminosus’u bunlar arasında sayılabilir. Charlemagne’ın 778’de Endülüs’teki müslümanlara karşı giriştiği bir savaşta yeğeni Roland’m yakın bir adamının ihaneti sonucu Öldürülüşünü anlatan ve bütün Avrupa’da Chanson de Roland adıyla tanınan binlerce mısralik ünlü şiirde de müslüman-lar aleyhinde gerçek dışı birçok şey bulunmaktadır.
İslâmiyet ve Hz. Muhammed hakkındaki yanlış bilgilerin Batı’da daha fazla yayılmasında etkili olan unsurlardan biri de Haçlı seferleridir. Bu dönemden Cluny başrahibi Peterthe Venerable’ın, İslâmiyet’e karşı yazılan reddiyeleri sağlam bir temele oturtmak amacıyla yaptığı derleme günümüzde “Toledo- Cluny Collection” adıyla meşhurdur. Alanında ilk sayılabilecek bu mecmuada bir araya getirilen eserler arasında Liber generationis Mahu-met, Doctrina Mahumet ve Summa to-îius haeresis Saracenorum başlıklı olanlarla Kur’ân-ı Kerîm’in Latince bir çevirisi [1039] ve Abdülmesîh b. İshak el-Kindî’nin Hıristiyanlığı savunmak amacıyla yazdığı iddia edilen risalenin Latince tercümesi de yer almaktadır. Vin-cent de Beauvais, çeşitli manastır kroniklerinde kayıtlı bulunan ve nesilden nesile aktarılan XIII. yüzyıldan itibaren yazılan ilk lirik edebî eserler Hz. Muhammed hakkında pek çok iftira ihtiva etmektedir. Bunların en ünlüsü Dante’nin İlâhî Komedya’s\-dır. Resûlullah’ın, XIII. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan hayal ürünü biyografileri de iftiralarla doludur. Alexandre du Pont, Brunetto Latini, Jacobus de Vora-igne ve Marsile de Padoue gibi yazarların kaleme aldığı bu biyografilerde Resûl-i Ekrem’in müslüman iken Hıristiyanlığa geçen bir zenginin kölesi, papa seçilemediği için intikam almak maksadıyla Katolik kilisesinden ayrılarak bâtıl din İslâm’ı kuran bir kardinal veya Doğu kilisesinin papalığa bağlanmasını engellemek için yeni bir din icat eden zengin bir İranlı olduğu gibi iddialar yer almaktadır.
Rönesans dönemi literatüründe İslâmiyet Türkler’in dini olarak ön plana çıkar ve Hz. Muhammed bu bağlamda gündeme gelir. Martin Luther. Türkler ve inançları hakkında çok sayıda vaaz metni hazırlamış ve eser telif etmiştir. lS29’da kaleme aldığı Eine Heerespredigt wider den Türken başlıklı çalışmasında Türk-ler’i Tanrı’nın papayı cezalandırmak üzere gönderdiği “belâ” ve “şeytana tapıcılar” diye tanıtır ve onlardan kurtulmak için dua eder. XVII. yüzyılın ortalarında muhtemelen AIexander Ross tarafından yazılan [1040] A Brief Sketch of the Life and Death of Mahomet, The Prophet of the Turcs, and Author of the Alcoran, Accompanying the Transîa-tion of the Koran adlı kitapta Resûlul-lah Türkler’in peygamberi ve Kur’an müellifi olarak ele alınır. Ayrıca bu dönemde Hıristiyanlık’taki reform hareketlerinin başlamasıyla birlikte Hz, Muhammed ve İslâmiyet, Katolikler ve Protestanların kendi aralarındaki tartışmalarda da malzeme olarak kullanılmıştır. Katolikler, Pro-testanlar’ı tenkit etmek için Hz. Peygam-ber’in bir erken dönem “protestanf olduğunu, Protestanların da o günün XVII-XV1H. yüzyıllar Avrupa’sında İslâmiyet ve Hz. Muhammed’i konu edinen kitapların sayısında hızlı bir artış görülmekle birlikte hemen hepsi o güne kadar yazılanların tekrarından ibarettir. Bunlardan Coventry Başpiskoposu Lancelot Addison’un önce adını vermeden daha sonra adını vererek yayımladığı ve birçok baskısı yapılan The First State of Mahumedism: or, An Account of the Author and Doctrines of that Imposture’sl Humphrey Prideaux’-nun The True Nature of Imposture fully Display’d in the Life of Mahomet: With a Discourse annex’d for the Vindica-tion of Chrisüanity from This Charge. Offered to the Consideration of the Deists of the Present Age Jean Gagnier’in, La vie de Mahomet: traduite et compilee de l’Alcoran, des traditions authentiques de la Sona, et des meilleurs auteurs arabes François Henri Tur-pin’in Histoire de la vie de Mahomet başlıklı eserleri daha sonra bu konuda yazılanlara etkileri açısından önemlidir. Ayrıca meşhur İngiliz tarihçisi Edward Gibbon History of the Decline and Fail of the Roman Em-pire isimli altı ciltlik eserinin bir bölümünü İslâmiyet ve Hz. Muhammed’e ayırmış ve bu bölüm daha sonra Life of Mahomet başlığıyla ayrı bir kitap olarak neşredilmiştir.[1041]
Batı’da Hz. Peygamber’Ie ilgili kısmen tarafsız mahiyetteki ilk eserler ise XVI. yüzyılda Fransız düşünürü Guillaume Pos-tel ile Fransız hukukçusu Jean Bodin tarafından kaleme alınmıştır. XVII. yüzyılın başlarından itibaren Batı’ya yönelik Türk tehdidinin azalmasıyla birlikte Hz. Mu-hammed’in nisbeten olumlu imajına yönelik çalışmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Teolog J. H. Hottinger, Fransız düşünürü Pierre Bayie, Hollandalı şarkiyatçı Adrien Beland ve İngiliz dil bilgini George Sale kısmen bu yolu benimsemiştir. Ancak bunlardan özellikle Kur’an’ı İngilizce’ye ilk defa tercüme eden ve çalışmasının giriş bölümünde Kur’an üzerine geniş açıklamalar yapan Sale âyetleri çarpıtmaktan ve Resûlullah’i sahtekârlıkla suçlamaktan geri durmamıştır.
Hz. Muhammed hakkında tamamen olumlu fikirler ortaya koyan ilk eser, İngiliz tıp doktoru Henry Stubbe’ın İslâm’ın doğuşu ve gelişiminin Hz. Peygamber’in hayatına atıfla bir dökümünü sunduğu ve hıristiyanların iftiralarına karşı onu ve dinini savunduğu çalışmasıdır: An Account of the Rise and Progress of Ma-hometanism with the Life of Mahomet and a Vindication of Him and His Reli-gion from the Calumnies of the Chris-tians fed. Hafiz Mahmud Khan Shairani, London Ünlü filozof Thomas Hob-bes’ın arkadaşı olan Stubbe, hayattayken bastıramadığı kitabını Batı’daki hıristiyanların birbirine düştüğü Otuzyıl savaşlarından kısa bir süre sonra (1673) kaleme almıştır. Stubbe eserin ilk iki bölümünde Yahudilik ve Hıristiyanlığın ilk dönemleri, üçüncü bölümde Arabistan’ın tarihî-coğrafî yapısı ve müslümanlar (Sa-razenler) hakkında bilgi verir. Eserin geri kalan kısmı Hz. Muhammed’in doğumundan itibaren ortaya çıkan gelişmeler, Medine’ye hicret, savaşlar, Veda haccı, vefatı, Resülullah’ın karakteri ve hıristiyanların uydurmaları, Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in mucizelerinden meydana gelmektedir. Stubbe, Resûl-i Ekrem’in üstün bir idarecilik yeteneği ortaya koyduğunu ve hakkındaki bilgilerin hıristiyanların o güne kadar ileri sürdükleri görüşlerle uyuşmadığını açıklar. Stubbe’a göre Hz. Muhammed’in öğretisi, bütün insanların Tanrı’nın tekliği ve ortağının bulunmadığı prensibine dayanmaktadır. İslâm’a ve Hz. Peygamber’e olumlu yaklaşan ikinci biyografi çalışması Count de Boulainvilliers’e aittir. Eserinde Resûlul-lah’ı tabii ve mâkul bir din kuran hür bir düşünür olarak gösteren Boulainvilliers’e göre Resûl-i Ekrem bir dâhi, büyük bir kanun koyucu, bir fâtih ve doktrini adalet ve hoşgörü prensiplerine dayanan bir yöneticidir
Hz. Muhammed’in hayatı Batı edebiyatında şiirlerden başka genellikle onu kötüleyen çok sayıda tiyatro eseriyle romana da konu olmuştur. Bunların en ünlüsü Voltaire’in Le fanatisme ou Mahomet le prophete başlıklı piyesidir Ancak Voltaire’in bu piyeste asıl saldırıyı dönemin papasına karşı yaptığı görülmekte, fakat papanın bunu anlamayarak Voltaire’i kutladığı bilinmektedir. Piyes üç defa sahnelendikten sonra ruhban sınıfının baskısıyla sahneden kaldırılmıştır. Voltaire diğer eserlerinde Hz. Peygamber’i kanun koyucu, fâtih bir hükümdar ve din adamı (rahip) olarak takdim eder, onun büyüklüğü üzerinde durur ve özellikle hoşgörüsünü öne çıkarır.
XIX. yüzyılda Batı’da tarih yazarlığının müstakil bir ilim dalı sayılması ile şarkiyat çalışmalarının artması aynı döneme rastlamaktadır. İbn Hişâm, Vâkıdî, İbn Sa’d ve Taberî gibi siyer ve megâzî müelliflerinin eserleri keşfedilerek İslâmiyet’in doğuşu ve Hz. Muhammed üzerine yapılan çalışmalarda bu kaynaklar esas alınmaya başlanmıştır. Ancak gelinen nokta geçmiş dönemlerdekinden çok farklı olmamış ve Resûluliah. eski imajının yanında sadece sosyal ve ekonomik bir reformcu kimliğiyle tanmabilmiştir. Bu dönemde yapılan çalışmalardan bazıları şunlardır: Abraham Geiger, Was hat Mohammed aus dem Judenthume aufgenommen ?
Bibliyografya :
H. Stubbe, An Account of the Rise and Progress of Mahometanism{ed. Hafiz Mahmud Khan Shairani). Lahore 1954; P. Martino. “Mahomet en France au XVII0 et au XVIir siecles”, Actes du XIV congres des orientaüstes en Al-ger, Paris 1907, III, 206-241; P. Alphandery. “Mahomet-antichrist dans Ie moyen âge latin”, Meianges Hartıvig Derenbourg(nşr. E. Leroux). Paris 1909, s. 261-277; L. Leixner. Mohammed in der deutschen Dİchtung (doktora tezi, 1932), Karl-Frazens-üniversitât Graz; B. P. Smİth, islam İn English Literatüre, Beirut ]939; J. W. Fück, “islam as an Historical Problem in European Hİstorİography Since 1800”, Historians ofMiddte East (ed. B. Lewis – P. M. Holt), London 1962, s. 303 vd.; R. W. Soutnem, Western Vieıvs of islam in the Mİddle Ages, Cambridge 1962, tür.yer.; Muhammad Maher Hamadah, Muhammad the PropheL A Selected Bibliog-raphy (doktora tezi. 1965], The Unıversity of Michigan; A. Wessels, A Modern Arabic Biography of Muhammad, Leiden 1972; W. M. Watt, Muhammad at Mecca, Oxford 1972; a.mlf., Muhammad at Medlna, Oxford 1972; M. Rodin-son, “A Critical Sun/ey of Modern Studies of Muhammad”, Studies on islam (ed. Meriin L. Swartz], New York 1981, s. 23-85; La üiedu prophete Mahomet, Paris 1983; S. H. Griffith. “The Prophet Muhammad, His Scripture and His Message, According to the Christian Apo-logies in Arabic and Syriac from the First Ab-basid Century”, a.e., s. 99-146; G. Troupeau. “La biographie de Mahomet dans l’ceuvre de Barthelemy d’fidesse”, a.e., s. 147-157; A. Ar-gyriou, “Elements biographioues concernant le prophete Muhammad dans la Ütterature grec-que des trois premiers siecles de l’hegire”, a.e., s. 159-182; Munawar Ahmad Anees – Alia N. Athar, Guİde to Sıra and Hadith Literatüre in Western Languages., London -New York 1986; Maher Jarrar, Die Prophetenbiographie im is-lamischen Spanien: Ein Beitrag zur überlief-erungs- und Redaktionsgeschichte, Frankfurt 1989; Bibliographie der Deutschsprachigen Arabistik und Islamkunde(ed. Fuat Sezgin), Frankfurt am Main 1990-91, II, 248-270; VII, 242-257; Zafar Ali Qureshi, Prophet Muhammad and His Western Critics: A Critique of W. Montgomery \\btt and Others, Lahore 1992,1-11, bk. İndex; D. Norman, islam and the West: The Making of an Image, Oxford 1993, bk. İndex ve bibi.; Jabal Muhammad Buaben, Image of the Prophet Muhammad in the West: A Study ofMuir, Margoliouth and Watt, Leicester 1996; M. R. Cohen, Haç ve Hilal Altında: Ortaçağlarda Yahudiler (trc. Ahmet Fethi), İstanbul 1996, s. 207-208; M. Reeves. Muhammad İn Europe, Reading 2000, s. 86-87, 119-134, 147-148, 150-152, 163-165,239-240; The Biography of Muhammad: The Issue of the Sources (ed. H. Mouki), Leiden 2000; R. G. Hoyland. “The Earliest Christian Writings on Muhammad: An Appraisal”, a.e., s. 276-297; J. J. Saunders, “Mohammed in Europe-A Note on Western Interpretations of the Life of the Prophet”, History: The Journal of the Historical Assocl-ation, XXXIX, London 1954, s. 14-25; A. Guil-laume, “The Biography of the Prophet in Recent Research”, 1Q,\ (1954), s. 5-11; R. Paret, “Recent European Research on the Life and Work of Prophet Muhammad”, JPHS, VI (1958), s. 81 -96; B. Lewis. “Gibbon on Muhammad”, Daed-a/us,CV/3, Massachusetts 1976, s. 89-101;Fr. Buhl, “Muhammed”, M, VIII, 452-470; “Apolo-getics”, EJd., ili, 192-194; Haim Hillel Ben-Sasson, “Disputations and Polemics”, a.e., Vi, 91; A. Noth, “Muhammad”, EP (İng.), VII, 377-381; Trude Ehlert, “Muhammad”, a.e., VII, 381-387; Yusuf Şevki Yavuz, “Kindî, Abdülme-sîh b. Ishak”, ûM,XXVI, 38-39.